Pazartesi, Ekim 24, 2005

Tanrı İstemezse Yaprak Düşmezmiş
Mevzuya çeyrek kala, günlerden pazar, yarınlardan pazartesi, öleyazmanın matinesi... Bir piliçle gözgöze geliyoruz, hakiki bir piliç. Hemcinslerinin canlılığı var üzerinde. Kifayetsiz bir uçuş yapıyor, Tanrının şehrindeki çocuklar ellerinde silahlar pilicim pilicim koşarım peşinden diyerekten pilice plonjon yapıyorlar. Tanrı'nın çocuklarının elleri, belleri silah dolu. Silah orak gibidir; sokaklardaki çamurdan daimi kara haleyi biçer ve eğlence aracıdır. Acımasızlığın ortasında parçalanır yalnızlık hissi öldür ki saygı duysunlar değil mi... Bir randevuevi erketeye yatmış Muskalı Zip zamanı gelmediği halde zarbo manyeli veriyor. Mangizlerle otomatik tabanca, müşterilerle kevaşeler, çocuk öldürmeye aç; nefret bilenmiş bir geri dönüştür... Cigavuz: Biraz paralanayım bu işleri bırakıp kenara çekileceğim. Cigavuz'un kur yaptığı sevgili adayı: Haydut bırakmaz ara verir. (Keees kes kes! Sen kemanı böyle çalıyorsan...) Doğru diyalog şöyle olmalıdır: Cigavuz: Biraz cukkayı doğrultayım bu mafiz işleri bırakacağım. Cigavuz'un zarf attığı gacı: Bitirim bırakmaz mola verir... Muskalı Zip, Nakavt Nedim, Muskalı Zip'in en yakın arkadaşı; Tanrının şehrinin en delikanlı adamı Cigavuz alemlere veda edecek, göçecek. Fakat hayaller de alemin içine doğru olmalıdır. Ortalıkta dışarı çıkmaya engel olan tanrısal bir merkez kaç kuvveti vardır. İcabında ilahi adaletsizlik devreye girer. Şehir parça parça Kaçınılmazdır çatışma: 6.000 ölü çocuk, esnafın kışkırtması. Roket'in abisi ve Kasap Dursun'un güzel karısı; Dursun karısını canlı canlı gömmüş. Roket'in abisinin cansız vücudu kaldırımda yatarken okula giden çocuklar mahallenin abisinin delik deşik cesedini seyretmişler. Aynı çocuklar biraz sonra okulun bahçesine Japon kalesi kurup maç yapmışlar. Sigaralarını tüttürmüşler. Ölüm, aşk, şiddet-rüşvet-çirkef ve yıkım. Şiddet ve yıkım bir hayat biçimidir ve dozajı artmaktadır. Hız, çakılış ve kaçınılmaz bir akibet olarak ölüm yeni bitirimlerin bitmez tükenmez enerjisi olur. Yoksulluk ve şiddet dönüşür dönüştürür... Seyirciyizdir; pasif ve bağımsız kalmak uğruna. Sonrasında bir şekilde yırtmadan önce ve yırttıktan sonra olup bitenin hep içindeyizdir. Aşinayızdır; bitirimiyle ve bitirileniyle o çocuklarla birizdir. Tanrının şehrinin dışında hayat donuk, renksiz ve durağan. O, şehrini; eylemliliğin kendisini-ateşi ve dumanı hep özleyecektir...


Adnan Türkoğlu

Cumartesi, Ekim 22, 2005

ONLAR GÖLGESİNDEYDİ MUMUN

Büyük, silindir bir mumdu. Titrek alevinin duvardaki aydınlığı bir tüneldi
geçmişe uzanan. Onlarsa gölgesindeydi mumun.

Kanepede her an değebilir ama buna asla cesaret edemez bir yakınlıkta oturuyorlardı.
Gözleri sehpanın üzerindeki muma takılı, bu karşılaşmanın büyüsünü bozmaktan
korkarcasına konuşmuyorlar, öylece bakıyorlar, konyaklarını yudumluyorlardı.

Anılar gittikçe belirginleşiyordu. Bazı ayrıntıları nasıl da unutmuştu. Bu tünel bütün
görüntüleri olduğu gibi saklamıştı sanki.

Ne konuşurlardı ki ?.. Gelecekten hiç sözetmezlerdi. Hiç sözler vermemişlerdi.
Çok yollar görmüşçesine farkındaydılar, her yolun bir sonu olduğunun. “ Bunun en
doğrusu” olduğuna inanmışlardı ağlarken ayrılığa.

Her ilk aşkta olduğu gibi sevgileri saftı. Ürkekti dokunuşları, elele dolaşmaları
kaçamaktı. Öyle masumdu ki sevişmeleri…

On iki yıl oldu bu şehre gelmeyeli. Varlığını unutmuşum sanki…Ne iyi denk geldi bu dört günlük seminer.
Trende yanımda oturan adam, “Bu şehirden uzak yaşadığınız nasıl da belli oluyor, renginiz öyle soluk ki!” dedi.
İstasyona indiğimde hava kararmıştı. Merdivenlerde durdum, uzun uzun kokladım şehrimi.
Bir taksiye binip otelin adını verdim, ama farklı, uzun bir yoldan gitmesini
söyledim. O’nun sokağından geçmek istedim. Her sabah okula giderken geçtiğim…O’nun evinin sokağı, odasının baktığı…Pencerede bekler olurdu. Hemen çıkardı, geldiğimi görünce. Şoföre yavaşlamasını söyledim yaklaşınca.


Bir sürü tanımadığım yüksek binanın arasında iki katlı, beyaz boyalı ev, bütün sadakatiyle duruyordu parka karşı. Yüreğim daraldı…Penceresinde soluk bir ışık vardı. Bildiğim bir gücün etkisindeydim artık.
Taksiden indim, evin kapısına gittim, hiç duraksamadan, çaldım zili. Annesi açtı kapıyı şaşkın bir sevinçle. “ Nereden çıktın” demedi. Bu kadar yıldır neler yaptığımı sorguladı ayaküstü. Sonra durdu birden, kendi heyecanından utanırcasına. “ O evde” dedi, “odasında”.
Yavaşça açtım odanın kapısını. Kanepede oturuyordu. Sehpanın üzerinde bir mum… Elinde bildik o anahtarlık - armağanım - . Kapıya baktı, gülümsedi, hiç şaşırmadı, bekler gibiydi. Yanına oturmamı işaret etti.
Hiçbir şey söylemeden oturdum. Yanına… Değmeyecek kadar yakınına…Kolyemi- O’nun armağanı- dışarı çıkardım, kazağımın altından.

Mumun alevi titrekti. Anılar aydınlıkta. Onlarsa gölgesindeydi mumun.
Öylece oturdular, anıların sessiz gölgesinde.
O bozdu sessizliği, “Bir haftadır hep seni düşündüm. Geleceğini biliyordum”.
Elini tuttu. Yıllardır özlediği sıcaklık yayıldı bedenine.

Mum dibe vurmuşken, güneş ışıkları süzülmeye başladı odaya. Yepyeni bir gün
başlıyordu. Yorgun düşmüşlerdi anılardan. Biribirlerine sarıldılar, uyuyakaldılar
güneşin aydınlığında.

Annesi uyandırmaktan ürkerek, üstlerini örttü usulca.





VİLDAN ERTÜRK

Salı, Ekim 11, 2005

NADİR

Alaçatı’da tatilini yarıda keserek İstanbul’a dönen genç kız Kara Kitap’ı kütüphanesine yerleştirmişti. Pazartesi günü işine başlayacaktı. Tatilin son birkaç gününü nasıl değerlendirsem diye düşünürken uzun zamandır arayamadığı sınıf arkadaşı Güler’i aradı. Güler “şimdi tam çıkmak üzereydim, Ortaköy’de Tayfun’la buluşup Meksika lokantasında yemek yiyeceğiz. Sen de gelsene” dedi.
“Hangi Tayfun?”
“Ağabeyim canım.”
“Yaz bitti ağabeyin halâ Amerika’ya dönmedi mi?”
“Kesin dönüş yaptı. Boğaziçi’nden teklif alınca Türkiye’ye dönmek için iyi bir fırsat diye düşündü.”
“Epey kaldı, kaç yıl oldu?”
“Doktorasını bitirdikten sonra on yıl öğretim üyesi olarak çalıştı. Amerikalı karısından da ayrıldı ...”
“Aa! Ne iyi! Bana bak, yakışıklı mı şu senin ağabeyin?”
“Tabii yakışıklı! Hem de nasıl!”
“İyi o zaman, geliyorum, nerde buluşuyoruz?”

Alaçatı’da tatil yapan ve zor beğenen kız Tayfun’dan çok etkilendi. Yıllar sonra evlenmeyi düşünebileceği bir erkekle karşılaşmıştı. Güler’e kızdı. “Şu Güler ne acayip kız, Tayfun’la beni çok daha önce tanıştırmalıydı” diye düşündü. Tayfun da “Ne aptalmışım, böyle harika bir kız varken Amerika’da ne işim vardı, şu Güler de ne acayip kız, neden daha önce bizi tanıştırmadı” diye düşündü. Alaçatı’da tatil yapan kız ve Tayfun görüşmeye başladılar, arkadaşlıkları kısa sürede aşka dönüştü. Ve aşk, Alaçatı’da tatil yapan genç kızın hayatında hiç yapmadığı bir şey yapmasına sebep oldu: Kara Kitap’ı okuması için Tayfun’a ödünç verdi. Daha sonraki görüşmelerinde ağabeyinin ve arkadaşının Kara Kitap muhabbetlerinde kendisini dışarda kalmış hisseden Güler de kitabın son okuyucusu oldu.

Nadir, o gün nasılsa rahat akan trafikte arabasını her zamanki dikkatiyle kullanırken içinden “aman nazar değmesin” diyor ve arasıra dikiz aynasına göz atarak taksisine Bebek’te, duraktan binen Güler’e belli etmemeye çalışarak bakıyor, bu güzelliği belleğine kazımaya çalışıyordu. Kız hem güzel ve çekiciydi hem de yüzünde, davranışlarında ve konuşmasında asil bir hava vardı. Ciddi ve düşünceli duruyordu. Nadir “belki Boğaziçi Üniversitesinde asistan, öğretim görevlisi filândır” diye düşündü. “Bir dün gece o sosyete diskoteğine bıraktığım manken kızlara bak, bir de buna” diye düşündü. “Bu kız için karıma ihanet bile edebilirim, hatta onu boşamayı bile düşünebilirim” diye içinden geçirdiği sırada genç kızın cep telefonu çaldı. Kısa bir konuşmadan sonra, tam Nadir sağ şeritten Boğaz köprüsü yoluna sapmak üzereyken Nadir’e “kusura bakmayın, program değişti, beni Akmerkez’e bırakır mısınız lütfen” dedi. Nadir’in adrenalin düzeyi bir anda on yedi kat yükseldi ve ani bir refleksle direksiyonu sola kırarak ve gaza yüklenerek yola devam etti. Çarpmamak ani fren yapmak zorunda kalan solundaki arabanın ve onun arkasındaki arabaların şoförleri korna çalarak protesto ettiler. Nadir ve diğer Bebek Taksi şoförleri müşterilerinin yanında küfür etmezlerdi.

Güler Akmerkez’in önünde arabadan iner inmez aceleyle kapıya doğru koşarak uzaklaştı. Nadir durağa dönmek niyetindeydi ancak tam aynalarına bakarak sinyalini verdiği sırada ellerinde bir sürü paketlerle orta yaşlı şık bir erkekle bakımlı ve iyi giyimli genç bir hanım işaret ederek arabasına bindiler. Biner binmez de “A! Bakın az önce inen müşteriniz kitabını unutmuş” diyerek Nadir’e uzattılar. Müşteriler paketleriyle arabaya yerleşmiş olmasalar Nadir arkasından koşar ve Güler’i bulup kitabını verirdi, ama şimdi buna imkân yoktu, mecburen yoluna devam etti. Kız nasılsa durağa gelir ya da telefon eder, kitabını sorardı.

Normal koşullarda Nadir ve Bebek Taksi’nin diğer soförleri müşterilerinin taksilerinde unuttukları eşyaları durağa bırakırlardı. Nadir öyle yapmadı, kitabı mutlaka kendisi vermek, o güzel kızı tekrar görmek istiyordu. Kapağını bile açmadığı kitabı torpido gözünde sakladı. Bir kaç gün süreyle bekledi, arkadaşlarına ve durakta telefona bakan Arif’e sordu, hayır, telefon eden ya da uğrayıp soran olmamıştı. Nadir’in buna canı sıkıldı. Acaba bir gün arabasını bir arkadaşına bıraksa ve Boğaziçi Üniversitesine gidip kızı arasa mıydı? İyi de Boğaziçi Üniversitesi 1970’lerin başında henüz Robert Kolej Yüksek Okulu iken olduğu gibi sadece 900 kişinin okuduğu bir okul değildi ki, o kalabalıkta nasıl bulacaktı. Hem kızın öğrenci ya da öğretim üyesi olduğu da kesin değildi ki.

O gün Ortaköy’de trafikte sıkışıp kaldığında Nadir’in aklına geldi, acaba kapağına adını yazmış mıdır diye merak etti ve kitabı torpido gözünden alarak kapağını açtı. Kara Kitap. İsim yoktu. Başka bir yazı vardı, “Merhaba bu kitabı ben okudum ve bitirdiğim noktada bıraktım. Lütfen siz de bitirdiğinizde olduğunuz yere bırakın. Böylece başkaları da okumuş olsun.”
Bu yazının altında numaralar vardı. Yuvarlak içine alınmıştı 1, 2 ve 3. “Vay canına” dedi Nadir, “demek bilerek bırakmış ve gelmeyecek. Ve benim de okumamı istiyor.” Ve birden bire kendisinden okumasını isteyen başka birisinin daha olduğunu, ona okuyacağına söz verdiğini anımsadı ve gözleri doldu. Ekmek parası için koşuşturmaktan, çalışıp didinmekten sözünü tutmamıştı. Bir fatiha okudu. Söz verdiği kişinin ve başkalarının ruhları için dua etti. Yol açıldığında Bebek’e doğru ilerledi. Kaldırımın kenarında işaret eden kişiyi görmedi, “taksi!” diye seslenildiğini duymadı.

****

1976 yılıydı. Şair Özdemir Asaf “şu koca İstanbul’da insanların kendilerini rahat hissedebilecekleri, oturup şarap içerek şiirden, edebiyattan, kitaplardan konuşup dostça sohbet edebilecekleri, sıcak atmosferli bir yer neden yok” diyerek Bebek’te, cadde üzerinde açtığı o şirin barının önüne çıkmış, parka, ağaçlara, sandallara bakıyor ve üzerinde çalıştığı şiirinin bir dizesini daha uygun, daha çarpıcı bir şekilde nasıl söyleyebileceğini düşünüyordu. Bar kısa zamanda tanınmış ve öğrencilerin, yazar, çizer, şair takımının buluşma yeri haline gelmişti. O yıllarda henüz fazla benzeri yoktu. Geceleri oturacak yer bulmak zor oluyordu. O gün, o saatte henüz Edip Aksakal’dan başka müşteri gelmemişti. Edip bugün çok erkenciydi. Boğaziçi Üniversitesinde bir arkadaşına uğradığını, onun önerisiyle okuldaki kitapçıdan bir kaç kitap aldığını söylemişti. Aldığı yeni kitapları incelerken şarabını yudumluyordu. Merak edip aldığı kitaplara bakmış, biraz sohbet etmişlerdi.

Birden az ilerde, karşıda, Bebek camii avlusundaki kalabalığı fark etti. Anlaşılan ikindi namazından sonra bir cenaze kaldırılacaktı. Kim ölmüştü acaba? O sırada komşu dükkânın sahibi dışarı çıktı ve ceketini giyerken “haydi Özdemir Abi, cenazeye gelmiyor musun?” diye sordu.

“Hayrola, kim öldü?”

“Hüseyin’i kaybettik bu sabah”.

“Hangi Hüseyin?”
“Bilirsin canım, her gün sabahın köründe kalkar, sırayla Bebek Taksi’nin bütün arabalarını yıkar, sabaha kadar pırıl pırıl eder, sonra esnafın işlerine yardım ederdi. Manavın, balıkçının mallarını kamyonetten boşaltırdı. Bugün son arabayı yıkadıktan sonra bir kalp krizi! .. Küt!”

“Allah rahmet eylesin. Çoluk çocuğu var mıydı?”

“Bir karısı, bir de oğlu var, Nadir. Orta okula gidiyor. Daha on beşinde yok. Ne bir gelirleri var ne sigortaları. Eski bir apartmanın bir odalı müştemilatında kalıyorlar, o da kira. Ne yeyip ne içecek zavallılar. Kimseleri yok. Kadın dersen okuma yazması bile yok. Allah yardımcıları olsun.”

Özdemir Asaf üzüldü. “Hay Allah, keşke içmeye bu kadar erken başlamasaydım. Sarhoşken namaza durulmaz ama bir kenarda dururum” dedi ve komşusuyla birlikte camiye yürüdü.

Cenazeden sonra Özdemir Asaf bara döndü ve ahçıbaşına gidip personel için yapacağı akşam yemeğini biraz fazla yapmasını, bir tepsiyle ölü evine yemek göndermelerini söyledi.

******

Babası öldüğünde Nadir orta okula gidiyordu. Haşarı bir çocuktu. Annesi ve babası okuma yazma bilmezdi. Nadir babasının dayağından korktuğu için okula gidiyordu. Hüseyin’in ölümünü haber alır almaz hem annesinin hem Nadir’in aklına takılan tek bir soru vardı: “biz şimdi ne olacağız?”

Bebek Taksi şoförleri aileye sahip çıktılar. Nadir’le konuştular. Babasının işi Nadir için uygundu, sabah beşte gelip arabaları yıkamaya başlar, yedide işini bitirip bir duş yapıp okula yetişebilirdi. Nadir “okulu bırakacağım” dediyse de şoför amcalarının “sakın ha” demeleri üzerine istemeyerek okula gitmeye devam edeceğini söyledi. Nasılsa bir yolunu bulur kendini attırırdı, o da olmazsa iki yıl üst üste sınıfta kalıp tasdikname alırdı.

Cenaze günü barı kapattıktan sonra taksiyle evine dönen Özdemir Asaf yolda şoförle Nadir ve annesiyle ilgili planlarını konuşmuş, şoförden Nadir’in okulu bırakma niyetinde olduğunu öğrenmişti. Özdemir Asaf şoförden Nadir’e okul çıkışı kendisine uğramasını söylemesini istedi.

Nadir şoförden haberi alıp Özdemir Asaf’ı görmeye geldiği gün Edip Aksakal yine erken gelmiş, şarabını içiyor, gazete ve dergilere bakıyordu. Özdemir Asaf Nadir’e kısa bir nutuk çekmiş, geleceği için merak etmemesini, kendisi sağ oldukça ve bu bar çalıştığı sürece her gün gelip mutfaktan annesine ve kendisine iki öğün yetecek kadar personel yemeğini paketlenmiş olarak alabileceğini söylemişti. Bunun için bir tek şartı vardı: Nadir okuyacaktı. Karne aldığında getirip Özdemir Asaf’a gösterecekti. Derslerinde anlamadığı bir şey olursa gelip soracaktı. Okulda okuyacağı kitapların listesini kendisine getirecek, defter, kalem, ne gerekiyorsa Özdemir Asaf Cağaloğlu’ndan tedarik edip getirecekti.

Özdemir Asaf okumanın sadece okula gitmekle, ders kitapları okumakla sınırlı kalmayacağını, başka kitaplar da okuması gerektiğini, ama bunu daha sonra konuşacaklarını söylemişti.

(Burada Nadir’in anımsamadığı husus şudur: bu konuşma sırasında hafifçe çakırkeyif olan Özdemir Asaf Nadir’e “bak, Kuran-ı Kerim’in ilk sözcüğü de “Oku!” dur. İlk vahiy Hazret-i Muhammed sallallahü aleyhi ve sellem efendimize indiğinde “Ben okumasını bilmem” demiştir” diyerek malûm hikâyeyi anlatmaya başladığında konuşmanın başını kaçırdığı için şairin Nadir’le konuşmasının amacından bîhaber olan Edip Aksakal dayanamayarak iki masa ilerden hariçten gazel okumaya başlamamış ve “ama Özdemir Ağabey, oradaki “Oku” “Read” anlamındaki “Oku” değildir, “okula gitmek” anlamındaki okumak da değildir. “Recite!” anlamındaki “oku”dur. İnanmıyorsan herhangi bir İngilizce Kuran çevirisine bakabilirsin” demesi üzerine Özdemir Asaf’ın fena halde sinirlenerek Edip’e çok ters bir yanıt vermiştir. )

Nadir araba yıkayarak, okula devam ederek, Özdemir Asaf’ın barından annesinin ve kendisinin günlük nevalesini alarak liseyi bitirdi. Odun kömür ihtiyaçlarını Bebek Kahve’nin sahibi karşıladı. Nadir Özdemir Asaf’ın ölümünden sonra başka işlerde de çalışmak zorunda kaldı ve lise son sınıfı akşam lisesinde, çeşitli sebeplerden dolayı okulu bırakmak zorunda kalmış, hem çalışarak hem okumanın zorluğu yüzünden ve biraz da artık koca adam oldukları için meyhanede iki tek attıktan sonra okula gelen kaportacı kalfası, boyacı, torna işçisi, frezeci, matbaa işçisi arkadaşlarıyla birlikte okudu.

Nadir liseyi bitirdikten sonra İktisadi ve Ticari İlimler Akademisini kazandı. Artık araba yıkamıyordu. On sekiz yaşını doldurup ehliyetini aldıktan sonra kendisini seven ve ona her zaman yardımcı olan Bebek Taksi şoförleri onu aralarına bu kez şoför olarak almışlardı. Şoförlük yaparken Akademiyi bitirmesi zor olmadı. Askerliğini yapıp geldikten sonra bir şirketin muhasebe servisinde çalışmaya başladı. Bir iki yıl sonra aynı serviste çalışan bir muhasebeci kızla yaşamını birleştirdi. Yıllardır kaldıkları müştemilattan çıkıp Bebek’e yakın bir semtte bir apartman dairesi kiraladılar. İki kişi çalıştıkları halde zar zor geçinebiliyorlardı. Nadir bu yüzden taksicilikten de tamamen kopmadı. Daha iyi yaşam koşulları sağlayabilmek için hafta sonları ve bazen geceleri takside çalıştı.

Yıllar sonra bir gün biriktirdiği parayla ve biraz da borç alarak ihaleye girdi ve bir taksi plakası aldı. Geleceğinin güvencesi bu plaka olacaktı. Daha sonraki yıllarda bunu ikinci, üçüncü ve dördüncü plakalar izledi. Emeklilik hakkını kazanır kazanmaz emekli oldu ve muhasebeciliği bırakarak taksiciliğe döndü.

**********
Nadir o akşam eve gelirken Kara Kitap’ı yanına aldı. Bu akşam televizyon seyretmeyecek, bir kenara çekilecek ve Özdemir Ağabeyine verdiği sözü tutacak, Özdemir Asaf’ın ölümünden bu yana ilk kez bir edebiyat kitabı okuyacaktı.

Evden içeri girince kendisini bir sessizlik karşıladı. Yaşlı annesi asık bir suratla cam kenarına oturmuş sokağa bakıyor, karısı hiç konuşmadan mutfakta sinirli sinirli yemek hazırlıyordu. Önce annesinin yanına gidip elini öptü, “nasılsın anne?” diye sordu. Annesi “senin bu karın olacak kaltak var ya, benim hiç bir sözümü dinlemiyor, pabuç kadar dil, sana söyledim bu kadını alma diye, ama beni dinlemedin” diye başladı. Annesine yatıştırıcı, sakinleştirici sözler söyledikten sonra mutfağa karısının yanına gitti, hafifçe yanağından öptü. “Nasılsın hamarat karıcığım benim?” diye sormasıyla birlikte karısının “şu annen var ya senin şu annen! Bana neler yaptı, neler!” diye şikâyete başladı. Karısını tekrar öperek “kusuruna bakma, yaşlı ve cahil bir kadıncağız, idare et” dedi. Karısı “yaşlı, cahil, huysuz, aksi, cadaloz ve ceberrut” diye ekledi.

Sofraya oturduklarında Nadir ortamı yumuşatmak için “şimdi beni dinleyin” dedi. “On beş yaşımda babam öldüğünden beri hiç durmadan çalıştım. Çok şükür, okuyabildim, iyi bir şirkette muhasebeci olarak çalıştım, emekli oldum, şimdi iki taksimiz, dört plakamız var. Gelecek endişemiz yok. Evimizde hiç bir eksiğimiz yok. Hepimizin sağlığı yerinde. Rahatımız yerinde. Gel gelelim mutluluğumuzun tam olması için evimizde huzur olması lâzım. Kavga, gürültü olan yerde bereket olmaz. Onun için her birimizin birbiriyle iyi geçinmesi lâzım” diyerek güzel bir söylev vermeye başlamıştı ki annesi “sen bunları böyle ortaya değil karın olacak o şıllığa söyle!” diyerek sözünü kesti. Karısı da “ağzını topla terbiyesiz kocakarı” diyerek karşılık verince gün boyu süren kavga Nadir’in huzurunda şiddetlenerek devam etti. Nadir bir iki kez “sakin olun”, “susun” diye kavgayı önlemeye çalıştıysa da kadınların susmaya ve kavgayı kesmeye niyetleri yoktu. Sonunda Nadir’in de tepesi attı ve “Kesin ulan orospular!” diye bütün apartmanı inleten bir nara atarak yumruğunu masaya vurdu, sonra da sürahiyi duvara çarptı. Kadınlar dehşet içinde kaldı ve kavga bir anda kesiliverdi. Nadir’i ilk kez böyle gören ve cinnet geçirdiğini zanneden annesi çığlık çığlığa bir komşuya, karısı da bir başka komşuya kaçtı. Annesi ne olduğuna soran komşusu yaşlı hanıma “oğlum bana orospu dedi” diyerek olayı anlatmaya başladı ve göz yaşlarına boğuldu. Karısı da üst kat komşusu hanıma cadaloz kaynanayla aynı evde yaşamanın zorluklarını anlatıp annesi yüzünden Nadir’den ayrılmayı düşündüğünü söyledi. Komşu hanım “üzülme hayatım, kaç yıllık ömrü kalmış şurada” diyerek onu teselli etti.

Nadir sinirlerinin yatışması için kulüp rakısını bardağına bolca koyarak içkisini hazırladı ve biraz sakinleştikten sonra Kara Kitap’ı eline aldı. O gece Kara Kitap’ın ilk yirmi sayfasını okudu. Daha sonraki bir kaç gün kendine izin verdi. Bebek parkında, Rumelihisarı’nda çay bahçesinde, Emirgân’da Çınaraltı’nda, Boğaz vapurunda Kara Kitap’ı okuyarak bitirdi. Bitirdiği gün akşam evde karısına kitabın hikâyesini anlattı. Çok beğendiğini, çalışma şartlarının daha çok okumasına izin vermediği için üzüldüğünü, okuyamadıkları için çok şey kaçırdıklarını söyledi. Birlikte okur ve okuduklarını paylaşırlarsa daha mutlu bir evlilikleri olacağını, birbirlerini daha çok seveceklerini düşündüğünü söyledi. Başka birinin de okuması için kitabı bir yere bırakmadan önce onun da okumasını çok istediğini söyledi.

Karısı “okuyamam” dedi, “sen ne diyorsun Nadir, ben gazete bile okuyamıyorum. Çünkü aklım, fikrim hep annenle, anneni idare etmeye, tatsızlık çıkarmasını önlemeyle çalışmakla meşgul. Dikkatimi kitaba vermem, aklıma başka bir şeyin girmesi mümkün değil. Bunca yıldır nasıl idare ettim, geçimsizliğin sana yansımaması için nelere katlandım bilmiyorsun.”

“Biliyorum ve takdir ediyorum. Annem’in huysuzluğunun tabii ki farkındayım, sebebini de biliyorum. Babam öldüğümde ben onbeş yaşındaydım, o da otuz iki. Küçük yumuşak bir okşamadan, sıcak bir kucaklaşmadan bile yoksun, cinsel tatminsizlikle geçmiş koca bir ömür, kolay mı? Öfkesini senden çıkarıyor. Bu arada haberin olsun, karar verdim. Güvenilir, eskiden tanıdığım iyi bir şoför buldum, Hyundai’de o çalışacak. Artık daha az çalışmak, evde daha çok zaman geçirmek istiyorum. Yatak odamıza bir saat daha erken çekilir, başbaşa kitap okuruz.”

“Okuyabilmem için sinirlerimin iyice gevşemesi lâzım. Önce iyi bir masaj yaparsın.”

ERDAL YÜZAK