Pazartesi, Kasım 03, 2008

NEW YORK – GÖKDELENLERİN GÖLGESİNDEKİ ÇOCUKLAR

Kentler vardır; görkemli güzellikleriyle, ışıltılı görüntüleriyle, tarihi yapıları içindeki insanlarıyla büyülerler. Kentler vardır; yeşil öylesine dokunmuştur ki onlara, kendinizi pastoral bir resim içinde hissedersiniz.
Kentler vardır; New York gibidir.

Evet ne içine dalıp da kendinizi kaybedeceğiniz bir tarihi eser, ne de sokakları süslercesine tuvalden çıkmış yeşil var New York’ta. Ama sizi cezbeden, gözünüzü ondan alamadığınız bir çekicilik benliğinizi sarıyor bu uzun boylu şehirde. Tek başına birer çirkinlik örneği olan gökdelenler birleşip, “en güzel nasıl dururuz” diye düşünmüşler de; ondan sonra sıraya geçip poz vermiş gibiler. Atıyorum kendimi, bu gölgesinden serinlik eksik olmayan yapıların arasına. İlk kez böylesine çoklar benim için. Camlarından yansıyan güneş ışıkları bile ulaşamıyor bana. Manhattan’ın paralel caddelerinde, ki şüphesiz dünyanın en kolay adres bulunan caddeleridir; gökyüzünü delen ince, renkli, aynalı, uzun binalar bütün şehire hakim olmuşlar. Gökyüzünden aşağıya, yollardan da yukarıya bakmak istiyorum aynı anda. Büyüklüğün, binaların dev boyutluluğun farklı bir çekimindeyim adeta.

Manhattan’ın en ucundan yukarıya Harlem’e doğru bütün caddeler benim. Bir köşeyi dönüşümde Paul Auster’le karşılaşma olasılığını düşünerek, onun New York sokaklarında geçen bir romanını okuyorum molalarımda. Bu yol beni Harlem’e götürecek. Caddeler yormuyor, karşıma çıkan görüntüler, insanların koşuşturmacası seyre değer. Köşeden bir kahve alıyorum, bu şehir elde üstünden sıcak dumanları tüten bir kahveyle çok güzel yürünüyor. Gözüm yan duvarı boyanmakta olan bir binanın cephesinde çalışanlara takılıyor. Aklıma 1940’larda çekilen, gökdelenlerin tepesinde korkusuzca çalışanların fotoğrafları geliyor. Siyah beyazdır onlar ve yüksekliğin baş döndürücü etkisini fotoğrafa bakarken bile hissedebilirsiniz. Vizörümden yakınlaşıp, fotoğraflarını çekiyorum iskele üstünde çalışanların. Binaların arasında tepelerde kalmışlar. Nedense bu şehirde en çok ilgimi çekenler gökdelenler ve onlara inat tüm doğallıklarını yaşamaya çalışan çocuklar. Yolda bir grup çocuk beni durduruyor, şakalaşıyor, ellerindeki topla paslaşıyoruz. Grup bana poz veriyor. Yüzlerindeki neşe daha ne kadar sürecek bu ülkede, onlar büyüdükçe Amerika’nın yiyip tüketen çarkına kapılacaklar mı acaba? Bu düşünceler aklımdan geçerken ortalarında duran bir çift gözle karşılaşıyorum. Çikolata teninden ışıldayan gözlerinin çekiminde kalıyorum. Bir deklanşör sesi ve o an donuyor. Ayrılırken o bir çift göz de benimle beraber geliyor, eşlik ediyor sanki bakışıma.

Central Park’ın yemyeşil çimlerine uzanıyorum. Dinlenmek, sakince düşünmek, yeşilliğin arasından parkın karşı tarafında yükselen binalara bakmak bedenimi gevşetiyor. Dilleniyor binalar. Yalnızlar, hüzünlüler sanki. Parkın çevresi aç binalarla çevrilmiş, iştahla bakıyorlar aralarındaki vahaya. İnsanlar binalardan kaçarcasına atmışlar kendilerini yeşil halılara. Bu çok kapılı parkta günlerinizi geçirebilir, doğanın tadına varabilirsiniz.

Brooklyn Köprüsü şehrin içindeki farklı kısımları bağlayan en önemli araç benim için. Dünyanın sayılı köprülerinden birinin üstünde yürüyorum, alt kattan arabalar geçiyor. Köprü üstündeki detaylara dalıyorum. İlk geçişimdeki hayranlık sonralarda da değişmiyor. New York’ta kaldığım sürece hep Brooklyn Köprüsü’nün üstünden geçiyorum, karşımdaki yüzlerce binanın ilginç görüntüsünü buradan izlemek ayrı bir keyif.

Tribeca Film Festivali’nin içinde kalabalığa karışmış, sel sularına kapılmış ağaç misali bırakmışım kendimi. Film afişleri, tanıtımlar, haberler, şenlik eğlenceleri arasında kaybolmuş durumdayım. Triangle Below Canal bölgesi zaman içinde kısaltmasını vermiş şehrin bu kısmına ve bir film endüstrisinin merkezi olmuş. Eğlenceler içinde bir boyama perdesinin önündeyim ve karşımda dünyanın en güzel resmi ve bir çocuk var. Renklerle yaptıkları, boyamaları, boya tenekelerinin yerlerde devrilmiş duruşları beni film festivali içindeki bir filmin içine sokuyor. Filmin küçük oyuncusu kahramanım oluyor o gün. Onun mavi giysiler içindeki saf hali bir simge oluyor benim için. Çirkinliklere karşı kullandığım, düşündüğüm, zaman zaman baktığım bir sembol.

New York içinde yürüyorsanız, karşınıza çıkan müzelere, sergilere girip farklı dünyaların içinde de dolaşmalısınız. Guggenheim Müzesi, çevresindeki bütün köşeli mimari tarzına göre dairesel yapılmış, içinde de bu daireselliği yaşayabildiğiniz bir formdadır. Bu görüntü içinizdeki fotoğraf hırsını körükleyecektir. Amerika’nın en önemli mimarlarından kabul edilen Frank Lloyd Wright’ın New York’taki tek ürünü olması, bu yapıya karşı gösterilen ilgiyi de arttırmış haliyle. Sarmal yapısı içinde sergilenen kolleksiyonlar her gün binlerce ziyaretçiyle dolup taşmasını sağlıyor. Eskiden Guggenheim yakınlarında olan ancak sonradan yer değiştiren Ulusal Fotoğraf Müzesi, içinde sergilenen sıradışı çalışmalarıyla bir fotoğrafseverin kaçırmaması gereken bir mekan. Öyle ki, Irak Savaşına ait en acımasız, en gerçek ve tarafsız fotoğrafları bu müzede izleyebilmiş olmam sanırım bu sava iyi bir örnektir.
Tabii ki Doğal Tarih Müzesi insanlık tarihini anlatan dünyanın sayılı müzelerinden biri olarak üşenilmemesi gereken bir başka yerdir. Burada kendinizi gezegenlerden, dünyanın oluşumlarına, hayvanlardan insanlık tarihinin önemli aşamalarına kadar bir hayal dünyasında bulabilirsiniz.

Müzeyi bir dinlenme aracı olarak düşünürseniz, yine yollara düşme zamanı gelmiştir artık. Rota Harlem bu kez. İşte gezmek bazen şansınızı zorlayarak doğru zamanda doğru yerde olmayı yakalamaktır. Tıpkı bir gökkuşağını ya da yıldız kaymasını kaçırmamak gibi; o gün de New York Times tarafından bir yıldır planlanan Harlem Projesi’nin içinde bulunmak bulunmayacak bir fırsattı. Harlem’in bütün öğrencilerinin toplandığı yerde beni orada özgürce dolaşıp, etkinliğin içinde fotoğraf çekmemi sağlayacak tek bir beyaz yalan vardı. New York Times İstanbul servisinde çalışmak. İşte bu küçük beyaz yalanla kolay olmasa da, hayatımın en özgür ve en keyifli fotoğraf günlerinden birini geçiriyordum. Birbirinden güzel gülen, neşeli, rengarenk çocukların halleri, Harlem ve Amerika. Aynı mekan ama apayrı kavramlar, aynı mekanda olması bile garip geliyor insana.

New York yetmiyor bana ama artık dönüş zamanı. Kendimi rastgele attığım bir barda, karşımda caz yapan sevimli bir grup var. Son gecemin hüznü, müzikle birleşmiş caz olup akıyor. Henüz geceyarısı bile olmamışken bar müdavimlerinde bir azalma yaşanıyor. Ve hatta bir süre sonra tek kalıyorum bu dinlemesi pek keyifli grubun önünde. Endişem müziği bitirme olasılıkları, ne de olsa tek müşteri var; o da ben. Gülünesi ve şaşılası bir tesadüf. Türkiye’den bir kişinin böyle bir ortamda yalnız kalması. Sandalyemi çekiyorum gerilerden pist önüne, sadece bana müzik yapıyorlar. Bir ara sonradan isminin George Brown olduğunu öğrendiğim saksofoncu, kenarda sırasını beklerken sigara yakıyor. Amerika, kapalı mekan ve sigara. Anlaşılır gibi değil. Bir süre yüzümde muzip bir gülümsemeyle izliyorum George’u. Kim ne derse desin, bu müzik zencilere yakışıyor. Elimde kağıt birşeyler karalarken dayanamıyorum, kalkıp bir sigara istiyorum Mr. Brown’dan. Şaşırıyor ama veriyor. Belki de uzun zamandır gördüğü ilk otlakçı. “Sigara içmiyorum ama sizi görünce canım istedi” deyince gülümsüyor, veriyor bir tane. Yerime oturup, Amerika’da bulunmayacak bir ortamda caz dinliyorum. Gözümün önünden köprüler, gökdelenler, çocuklar geçiyor. Çocukların neşeli kahkahaları, gökdelenlere yansıyan güneşe karışıyor. Buraya gelmeden önce kafamda şekillenen New York’la; tanıştığım, yaşadığım New York’un ne kadar farklı olduğunu düşünürken; omuzuma bir el dokunuyor. George Brown elinde birasıyla yanıma oturuyor, bana da getirmiş bir tane. Ne yazdığımı soruyor, anlatıyorum. İlginç geliyor, “belki bir yerlerde bunları yayınlarım” dediğimde gözlerinin içi gülüyor, kendi fotoğrafının çıkma olasılığının heyecanıyla.
Sohbet ve müzik içiçe sürüyor. Kendimi o barın içinde düşünerek dışarıdan bakıyorum ortama, hatta daha da uzaklaşıyorum; gökdelenler, günbatımı, koşuşturan çocuklar, Harlem hızla akıyor gözlerimin önünden, yıllar geçiyor, bu kez evimizin minik de olsa Central Park’ı andıran görüntüsünün önünde buluyorum kendimi. Gözlerimi kapıyorum ve George Brown’ın muhteşem solosunu duyuyorum.

CEM SAVRAN