Pazartesi, Ekim 11, 2004

İSTANBUL VE YAĞMUR


İstanbul’un üstünde sanki su dolu balonları sırasıyla patlatıp boşaltıyorlardı. Kısa zamanda her tarafı sular kaplamıştı. Suyun akıp gitmesini sağlayacak mazgallar her zamanki gibi tıkalı olduğu için suların kaybolması gereken yerler tam tersine neredeyse insan boyunda havuz fıskıyeleri haline dönüşmüştü.
Arabalardaki insanlar etraflarını hayretle seyrediyor, yolların nehre dönüşümünü izliyordu. Yüzlerinde şaşkınlık ve gülme birbirine karışmıştı.Çünkü çevrelerinde yüzlerce kara mizah örneği vardı..Otoyol sırtlarındaki patikalar şelaleye dönüşmüş, insanlara bir metropolün çevre yollarında değil de kuş uçmaz kervan geçmez kırlar arasındaki bir dağ yolunda aniden yağmura yakalanmış izlenimini veriyordu.
Arabaların içinden etrafı merakla izleyenler daha sonra içlerinde bulundukları durumun riskini önlerindeki arabaların giderek suyun içine batmakta olduğunu fark edince algılamaya başlıyorlardı. Yollarda giderek yükselen su bir müddet sonra etraftan taşıdığı ilginç cisimlerle dikkat çekmeye başladı. Neler yoktu ki yüzen nesnelerin içinde. Kaldırım taşları, beton parçaları, çöp dolu naylonlar,zavallı kedi leşleri yanlarından akıp gidiyordu. Ama koskoca bir çöp konteynerini otoyolun ortasında sürüklendiğini görenler gözlerine inanamadı. Nereden gelmiş olabileceği hakkında fikir yürütmek bile zordu.
Görevlileri arayan gözler ,onları gördükleri zaman da içlerinde bir rahatlama hissi duymak yerine daha da dehşete düşüyorlardı. Çünkü görevliler ellerinde kazmalarla, yapılması üzerinden çok ta zaman geçmemiş olan yol kenarlarındaki kaldırımları veya yol ortasındaki yeşil alanları kazarak suyu boşaltmak için boşa çaba sarf ediyorlardı.
Yol kenarında vasıta bekleyenlerin hali ise insanın içine dokunuyordu. Çaresizlik tam anlamıyla o insanların yüzlerindeydi. Çoğu çevre yollarının yapılmasıyla birlikte sanki topraktan aniden yeşeren otlar gibi etrafı saran varoşlardan geliyorlardı. Binbir zorluklarla buldukları işlerine gitmek için her gün kimbilir kaç saatlerini yollarda geçiriyorlardı. Durağa ulaşmak , otobüse binebilmek, otobüste ayakta durabilecek yer bulabilmek her gün aşılması gereken engellerdi zaten. Ama o gün bambaşkaydı.
İşte önce araba bekleyen böyle bir gurubun içindeydi kadın. Sular altında şemsiyesiz ,ıslanmadık hiçbir yeri kalmamış bekliyordu. Üstündeki herhangi bir semt pazarından alındığı belli olan etek ve bluz vücuduna tamamen yapışmış durumda, ayakkabıların içinden sular akıyor, başörtüsü yana kaykılmış sanki saatlerdir yağmur altındaki bir heykel. Kısa bir süre sonra hareketlendi ve yolun kenarında yürümeye başladı. Amaçsız bir yürüyüş. Sanki etrafta olup biteni görmeden hayatına, çaresizliğine ağıt yakarak. Gözyaşları ,tüm şiddeti ile yağıp onu sular içinde bırakan yağmurla yarışıyordu.Bir müddet sonra yakarışları sesli hale de dönüştü. Sanki yıllardır içinde biriken isyanı yağmurla birlikte ortaya çıkmiştı. Belki de küçükken ona hiçbir hayat hakkı tanımayan babasına, yıllardır sarhoş olup onu döven, herşeye rağmen çalışıp para getirmek zorunda olduğu kocasına karşı haykırıyordu. Hissedilen bunca yıldır kaderim diye katlandığı bu hayatın bir anda dayanılmaz olmasıydı. Sanki şu çılgınca akıp giden suya karışsa ve yok olsa yıllardır çektiği acılar bitecek ve huzura kavuşacaktı.

YASEMİN CİVELEKOĞLU

Pazar, Ekim 10, 2004

Tikanis Kala



Adil “Adamın biri sizin evi gözetliyor,” deyince onun palavralarından biridir diye ciddiye almamıştım. Bizim kasabada böyle şeyler olmazdı, bir yabancı da böyle şey yapmaya cesaret edemezdi.

Mahfelin arkasındaki çamlıkta her zaman oynadığımız alanda çift kale maç yapıyorduk. Tam günümdeydim; önüme geleni çalımlıyordum. Taşlardan yaptığımız kalelerin birinden diğerine top gidip geliyordu. Attığım her çalımdan sonra arkadaşlarım “Aslan Lefter,” diye tezahürat yapıyorlardı. Bir ara top çamların arasına kaçtı. Almak için koştum. Çamların gölgesinde bizi izleyen bir adamın ayaklarının dibine kadar yuvarlanmıştı. Adam eğildi, topu yerden aldı, bana verirken “Sen Fenerlisin?” diye sordu.
“Hayır ben Cim Bom’luyum,”dedim.
“Vre o zaman niye sana Lefter diye bağırıyorlar?”
“Çünkü,” dedim “Ben de onun kadar güzel, kıvrak çalımlar atabiliyorum.”
“Tanırsın değil mi Lefter’i?”
“Tanımam mı!? Fenerli Lefter Küçükandonyadis...Çok büyük futbolcu. Ben maçını seyretmedim, ama İstanbul’da oturan halamın oğlu anlatıyor, geçmediği defans oyuncusu yokmuş.”
“Rumdur, bilir misin?”
“Bilmem...Ama farketmez Milli Takımın en iyi oyuncusu.”

Başımı okşadı ve topu geri verdi.

Yorgunluktan yere serilinceye kadar oynadık; kan ter içinde kalmıştık. Maçtan sonra Adil yanıma geldi, kulağıma yanaşıp “Sizin evi gözetleyen adam o, topu sana veren adamdı,” dedi. Gene inanmadım.

Adamı ertesi günü bizim sokağın köşesinde beklerken gördüğüm zaman ben de kuşkulandım. Halama göz koymuş, gizli gizli onu takip ediyor olmasındı?

Adil “Bu adam Türk değil,”dedi.
“Ama çok iyi Türkçe konuşuyor.”
“Tabi oğlum Türkiye’den gitmiş.Kahvede konuşurken abim duymuş, adamın ailesi seneler önce bizim kasabadan Yunanistan’a göç etmiş. Onlar gitmiş, bizimkiler de buraya göçmüşler.”

Buradan göç edenlerin giderken götüremedikleri, evlerinde gizli bölmelere sakladıkları, bahçelerine gömdükleri altınları, kıymetli eşyalarını sonradan gizlice gelip alıp gittiklerini duymuştum. Belki de bu adam bizim evde saklı olan bir gömüyü almak için gelmişti.

Akşam yemekte babaanneme anlattım; merakla dinledi, heyecanlandı.

“O adama söyle buyursun, misafirimiz olsun,”dedi.

Sabah adamı kahvenin önünde bir sandalyeye oturmuş çayını içerken gördüm. Yanına oturdum. Beni görünce mutlu tebessüm etti.

“Nasılsın?”

“İyiyim.”

“Senin adın neydi?”

“Fevzi. Peki ya seninki?”

“Dimitri.”

“Sen yabancı mısın?”

“Hayır değilim, buralıyım.”

“Ama ismin değişik.”

“Evet ben Türk değilim, ama buralıyım. Annem babam eskiden sizin oturduğunuz evde otururmuş. Ben küçük çocukken göç etmişiz.”

“Sizinkiler gitmiş, bizimkiler gelmiş öyle mi?”

Elini sırtıma koyup, sevgiyle sıvazladı:

“Öğrenmişsin bak.”

Kumral tenli, bıyıklı; babam, amcam, dayım gibi bir adamdı. Şakaklarına, bıyıklarına tek tük de olsa kır düşmüştü. Koyu renk bir takım elbise giymişti; başında bir fötr şapka vardı.

“Babaannem seni bize misafirliğe çağırdı.”

“Rahatsız etmeyeyim.”

“Yok etmezsin.”

“Tamam gelirim.”

Akşam bize geldi. Eve girerken saygıyla babaannemin elini öptü. Halam ve annem bütün hünerlerini göstermiş; memleket yemeklerden yapmış, mükellef bir sofra donatmışlardı.

“Aynı anamın yaptığı yemekler, ellerinize sağlık,” diyordu Dimitri iştahla tabağındakileri yerken.

Yemekten sonra koyu bir sohbete dalındı. Cana yakın bir adamdı. Anasının babasının anlattığı memleket anılarından, söyledikleri Rumca Anadolu türkülerinden söz etti. Hala memleket özlemi çekiyorlardı; bir türlü alışamamışlardı. Anacığı ağır bir hastalığa yakalanmıştı. İlle git bizim oraları gör, toprağında otur, suyundan iç, bana da bizim evin bahçesindeki incir ağacının meyvelerinden getir; benim tek ilacım o incirler, demişti. Onun bu isteği üzerine yola çıkmış, gelmişti Dimitri. Kaç günlerdir de buralardaydı.

Babaannem, babam, amcalarım da memleket anılarından söz ettiler. Bizimkiler tesadüfen Dimitrilerin şu anda yerleşmiş oldukları kasabadan göç etmişlerdi. Babaannem, Selanik’i, Vodina’yı, Karacaova’yı, oradaki çiftliğimizi, atlarımızı, bahçelerindeki şeftali ağaçlarını ballandıra ballandıra anlattı.

Amcam :
“Kusura bakmayın, bizim oralar çok sulaktı, kasabanın ortasından, evimizin içinden sular akardı. Su gürültüsünden birbirimize sesimizi duyurabilmek için biraz bağıra bağıra konuşurduk; öyle alıştık,” dedi.


Dimitri, “Yok canım, ne kusura bakması, biz de öyle konuşuruz,” dedi. Vodina’daki su kanallarını, Karacaova’ya dökülen şelaleleri anlattı.

Babaannemin gözleri yaşardı; Karaferye’den Vodina’ya gelin geldiği günlere geri gitmişti sanki.

Geç saatlere kadar konuştular. Babam bir sepet bulup içine bahçedeki incir ağacından topladığı meyveleri doldurdu.

Dimitri:
“Anam çok sevinecek, bu incirler onun ilacı,” dedi. Gitmeden önce bahçedeki çeşmeye ağzını dayayıp kana kana içti:

“Memleket suyunun tadı başka oluyor.”

Dimitri’nin gözleri dolmuştu. Çıkarken yakın akrabalardan ayrılmanın hüznüyle hepimize teker teker sarıldı, öptü.

Ertesi sabah Dimitri’yi istasyona gitmek üzere fayton beklerken gördüm. Geri dönüyordu. Bir elinde bavulu, diğer elinde bizim bahçenin incirlerinin dolu olduğu sepet vardı.

Babaannemden birkaç Rumca kelime öğrenmiştim. “Tikanis kala (Nasılsın)?” diye sordum.

“Kala (İyiyim) yarabbim şükür,” diye cevap verdi.

M.HAKKI YAZICI

Cuma, Ekim 08, 2004

Benim İstanbul'um
"İstanbul'u dinliyorum gözlerim kapalı" diye mısralarına başlıyor şair. Bir sürgün
“Şimdi İstanbul'da olmak vardı anasını satayım!" şarkısıyla memleket özlemini
İstanbul'la özdeşleştiriyor. Bir başkası ise seyahatlerinden bahsederken
"Ankara'nın en sevdiğim zamanı İstanbul'a dönüş vaktinin gelmesidir" diye
duygularını ifade ediyor.
İstanbul'u algılamaya ve anlatmaya çalışırken romantik ve güzel bakış açıları ile
açılış yapmayı tercih ettim. Ne yazık biliyorum ki her tatlı şeker gibi ona da
bedeller ödemek gerekiyor. Bunlardan da bahsetmeli. Hatta öyle bir bedel var
ki, yıllarca okullarda tarih diye safsatalar okutulurken, anlatılmak zahmetinde
bulunulmamış bile. Ne olduğu bu gün çok açık ve acıklı: Bu bedelin adı
DEPREM İHTİMALİ. Bu günün ciddi tarih yazarlarının gazete ve dergilerdeki
yazılarından bize bu gün için ders çıkartabileceğimiz türde bir tarih yazımının ne
demek olduğunu izliyor ve takdir ediyorum.
Neyse biz biraz daha ninnilerle uyuyalım. İnsanın iyimser olmaya ve düş
kurmaya da hakkı var. İstanbul yedi tepe demek, tarih demek, kültür demek, doğa
demek,köprüler demek ve saymakla bitmeyen vesaire vesaire.
Bugün orta sınıfın üzerinde bir gelir sahibi iseniz güvenilmez bir insanın
olanaklarını sunuyor İstanbul bize.
Atatürk Kültür Merkezi'nde yüksek ve ince kültür düzeyinizi doyurabilirsiniz.
Show çadırlarında bir çok şehrimize uğramayan meşhur gösteri yıldızlarını
izleyebilirsiniz. Açık hava tiyatrolarının keyfine varabilirsiniz. Balık ekmek
yiyebilir, boğaz turu yapabilirsiniz. Restoran ve barları dolaşmakla bitiremezsiniz.
Hele yüksek sosyete merakınız ve bol paranız varsa İstanbul biçilmiş kaftan.
Tarihi yakalayabilirsiniz Yerebatan'da, Dolmabahçe'de , ya da azınlıkların
tapınaklarında. Yükselen medeniyetin hızla erittiği doğayı iç çekerek
seyredebilirsiniz. Üzülmeyin canım hala bir kaç piknik yeri kalmış. Biraz daha
uçtaysanız köprüye çıkıp pankart bile asabilirsiniz. Dayak yemek de ayrıca bu
faaliyetin yan ürünü. Daha ne istiyorsunuz?
Öte yandan terörizm, kalabalık aileler, taşı toprağı altın İstanbul masalları
sonucu İstanbul'a doğru akan göç. Sokakta adım başı eteğinizi çeken küçük
çocuklar, dilenciler, yakalanamayan hırsızlar.
Yine de istatistikler bir çok metropol şehre göre suç oranının hala çok fazla
olmadığını belirtiyor. Tabi, unutmayalım üç tür yalan var: masum yalan, kuyruklu
yalan ve istatistik.
Türkiye nüfusunun beşte birinin yaşadığı, ticaretin kalbinin attığı, rezaletle
sefaletin kol kola dolaştığı boğazın incisi İstanbul.
Bu şehir benim için adeta bir uyuşturucu gibi. Bana dokunacak diye korkarak
İçime çekiyorum, yine de vazgeçemiyorum. Başka bir şehirde yaşamak bir kabus.
Metropol sarhoşluğu buna mı diyorlar acaba?
İşte ben bu bedelleri bir yana koyuyorum, yatağıma uzanıyorum, penceremi
açıyorum ve İSTANBUL'U DİNLİYORUM GÖZLERİM KAPALI.

Orhan Tuncay

Bir Şiirse İstanbul

Tüm süksesiyle doğar İstanbul güne
Tüm ihtişamıyla sarmalar bizleri
Geçmiş süzülür tarih derinliklerinden
Başlar metropol şafağında İstanbul günleri

Simitçiler simit satar, tablalarda susamı
Vapurlar akıp gider sürüklerler dumanı
Kiminin imanı yok, kimi sefil zavallı
Bazen beşik gibi sallar İstanbul bizleri

Bir yönüyle İstanbul nedir denilince
Akla gelen sosyete ve parlak eğlence
Öte yanıyla varoş esintisine dönülünce
Gösterir asık yüzünü İstanbul hüzünleri

Taşı toprağı altındır, onu bulmak gerek
Altının etrafını sarmış olsa da yılan engerek
İstanbul şiir olsaydı, şuh bir ah çekerek
Alırdı aklı baştan cilve taşan inciden dizeleri

ORHAN TUNCAY

Cumartesi, Ekim 02, 2004

EKSİKETEK AKLI


Benim de kardeşim olacak!
Annem, karnıma kardeş tohumu düştü, dedi.
Annemin karnı kocaman olacakmış. İçinde O, büyüyecekmiş.
Ben de doğmadan önce orada yaşamışım. Annemin karnının içi nasıl biryer? Hatırlamıyorum. Çok karanlık mı? Küçücük bebek orada korkmaz mı?
Annem merak etme diyor. Kardeşimin rahatı yerindeymiş. Büyüyüp dışarı çıkmak, beni görmek için sabırsızlanıyormuş.
Annem nerden biliyor, bunları? Anneler bilirmiş.

Ebru’nun kardeşi var. Zeynep’in de var. Burcu’nun yok!
Annesi Burcu’ya kardeş yapmaz. Burcu döver kardeşini.

Ben de abla olacağım. Annem yorulunca, O’na ben bakacağım. Ablalar öyle yapar.
Annem kardeşimi sevecek mi? Ya babam?

Benim giysilerimi giyermiş. Giysin! Bana yenilerini alırlar.
Kız olursa giyer. Erkek olursa?

Erkek olursa yaramaz olur. Bana rahat vermez.
Onur çok yaramaz. Bisikletiyle çarptı bana. Burnum kanadı.
Ben de onu çiş yaparken gördüm.
Onun pipisi var. Benim yok.
Benimki ne zaman çıkacak? Büyüyünce mi ?
Anneme sordum, çıkmaz dedi.
Babama sakın söyleme dedim.

Erkeklerle kızlar farklıdır, dedi, annem. Babamın pipisi varmış, annemin yokmuş.
Annemin memeleri var, karnında bebeği var.
Erkekler bebek doğuramazmış.
Ben anne olacağım. Bebek doğuracağım.

Kardeşim de kız olsun. Kız olursa beraber oynarız. Ona elbiselerimi giydiririm. Bebeklerimi veririm. Büyüyünce beraber gelin oluruz.
Annemin gelinliğini ben giyerim!
Annemin elbiseleri, ayakkabıları benim olacak. Kız olursa, ona da verecek mi?




Çikolatamın yarısını anneme yedirdim. Annem yerse kardeşime de gider.
Annemin karnınını seviyorum, öpüyorum, kardeşimle konuşuyorum. Annem, o hepsini duyar, diyor. Ben karnındayken de, benimle konuşurmuş.
Peki, benimle konuşurken ne diyormuş? Kızım mı, oğlum mu? Kız olduğumu biliyor muymuş? Bilmiyormuş. İstese öğrenebilirmiş ama istememiş. Sürpriz olmuşum.

Herkes kız olmamı istemiş zaten.
Ben de kız olmuşum.

Pipim yokmuş doğduğumda.
Kızların pipisi olmaz ki!
Benim olsaydı keşke!
Onur’un var da, benim neden yok? Onur’u sevmiyorum.

Ben de çok istersem, kardeşim kız olur mu?
Kız olursa pipisi olmaz!
Erkek olursa pipisi olur.

Ben kardeşime herşeyimi veririm. Çikolatamı, oyuncaklarımı, giysilerimi…

Kardeşim erkek olsun!
Erkek olursa pipisi olur!
Erkek olursa...
Pipisi olur...
Biz de o pipiyi...
Pipiyi alır...
Bana takarız.

Ben erkek kardeş istiyorum!!



VİLDAN ERTÜRK