Pazar, Şubat 27, 2005

MAVİ ÇANAK



Merdivenin sahanlığını geçip kapının önüne ulaştığım anda başıma neler geleceğini anlamıştım. Neredeyse gözle görülebilir bir koku kıvrılarak daire kapısının altından dışarı sızıyordu. Elim alışkanlıkla göğsüme gitti, bir an nefesimi tutup başlayacak mı diye
bekledim. Ve evet, önce o hafif tanıdık karıncalanma, hemen arkasından da dayanılmaz bir kaşınma duygusu...

Kapı daha ben dokunmadan açıldı. Zerrin bir elinde bir boya rulosu, öbüründe –elbette- sigarası, yüzünde kendinden alabildiğine hoşnut bir anlatım, kapının önünde dikiliyordu. “Cinayet aletini elinden bırakabilirsin” dedim. “Az sonra ölümü bulduklarında seni alıp götürmesinler”. Gözümün içine dimdik bakarken, insanlık tarihinin en hain gülümseyişini dudaklarına iliştirdi ve içeri doğru seslendi: “Nurgül, az bakar mısın? Eski kocan gelmiş”.

Bu kadından ilk gördüğüm günden beri nefret ediyordum. Karımın –yoksa ben de şimdiden eski karım mı demeliyim- en yakın arkadaşı Zerrin...Bela Zerrin, ‘eğri kıl’...İmar Bakanlığı’nda onu böyle çağırdıklarını Nurgül’den duymuştum. İkisi de mimardı. Beş yıl okulda, ondört yıl da işte beraber. Buna bir de Nurgül evlenene kadar birlikte oturduklarını eklersek, bu iki kadın .. Birden beynimdeki “Nurgül evlenene kadar” cümlesini yakaladım.
O, hani bir süre sonra kemikleşen ‘biz’duygusu demek ki böyle ufalanıyor.

“Bugün döneceğini hiç beklemiyorduk”. Konuşan Nurgül’dü. Göğsümün ortasına sivri bir sızı saplandı. Tanrım, ne kadar yabancı bir ses bu, buz gibi. ‘Beklemiyorduk’ demek de neyin nesi? Bela Zerrin daha ben ayrılmadan mı evime yerleşti? Sımsıkı tuttuğum çantamı yere bırakıp, gömleğimin üst düğmesini açtım. Az önceki sızı yukarı, boğazıma doğru yükseliyordu. Kaşıntı dayanılmaz hal almıştı. “Hafta sonunda döneceğimi söylemiştim” dedim. “Asıl ben senin yürüyüşte olacağını sanıyordum. Ya boyanın acelesi? Taşınmamı bekleyemediniz mi” Bu kez ben de bilerek çoğul kullanmıştım. Mutfağın kapısında kımıltısız durmuş yüzüme bakıyordu. Yanıt vermedi.

Ne çok severdim sessizliğini. Ben konuşurken suskun dinlerdin. Çoğu kez çamurlarınla uğraşıyor olurdun. Beni dinleyip dinlemediğini tam olarak bilemezdim aslında. Bunu önemsemezdim de. Seni görmek, ne yaptığını çok iyi bilen parmaklarının devinimini izlemek bana mutluluk verirdi. Sana öykülerimi anlatırdım. Yazdıklarımı, senin için yazacaklarımı, en güzellerini...

Nurgül’le tanıştığımızda karımdan ayrılalı sekiz ay olmuştu. Yeni bir ilişki, hele de benden epeyce küçük biriyle bir serüven, hiç kuşkusuz aklımdan geçecek en son şeydi. O gün zaman öldürmek, biraz da ısınmak için bir dostumun sanat galerisine girmiştim. Alışılmış resim sergilerinden biri yerine bir seramik sergisi vardı. Mavinin ve yeşilin en görülmemiş, en çarpıcı tonlarında incecik dokulu, şaşırtıcı görünüşlü çanaklar.... Kapının tam karşısına gelen yüksek masanın üzerinde ise hepsinden farklı kocaman karınlı, şeffaf, derinsu mavisi bir tane. Küçük bir hamburgerden daha küçük dibinin üzerinde inanılmaz bir denge ve güven içinde duran bir tane. Yanına yaklaşmak için birkaç adım attığımda duvarın dibinde daha
önce ayırdına varmadığım bir gölge görmüştüm.

Büyülenmişçesine kımıltısız durmuş çanağa bakıyordun. Öne doğru uzattığın ellerin dokunmak ister gibiydi. Tanrım, gözlerin.. Gözlerin onunla aynı renkti. Hanginizin daha güzel olduğuna karar vermek olanaksızdı. O gün, o akşamüstü galeride, o derinsu mavisi çanağı ve seni çok uzun yıllardan beri tanıdığımı duyumsadım. Dahası, çok uzun yıllar boyunca ikinizle birlikte olabileceğimi, bunun için herşeyi yapabileceğimi de.

Galeriden birlikte çıkmıştık. Saatlerce yürümüştük. Sanki bunu hep yaparmış gibi rahat, yakın ve tanıdık. Ertesi gün galeri açılırken kapıya dayanmıştım. Fiyatı üç maaşım olan bir nesneyi satınalıp, yeni tanıştığım bir genç kıza vereceğimi duyan dostum beni caydırmak için elinden geleni yapmıştı. Ne şaşkınlığım kalmıştı ne salaklığım. Kararımın kesin olduğunu anlayınca da –canım dostum, romantik Ali- galeri payını almadan ve sergi sonunu beklemeden çanağı kucağıma verip beni sana göndermişti. Gidiş o gidiş.. İki ay sonra evlenmiştik. Mavi çanağın bizi sonsuza kadar birleştirdiğinden emindim.

Salona girdim. Gözlerim alışkanlıkla şöminenin yanındaki köşede duran sehpayı aradı. Sehpanın üzeri boştu... Nefesimi tutup “nerede “diye sordum Nurgül’e. “Ne yaptın ona? Güzelim (derinsu mavisi) gözlerini gözlerimin ta içine dikip son derece sakin bir sesle” Zerrin ondan hiç hoşlanmıyordu” dedi. “Dün galeriye götürdük. Onun yerine Vedat’ın işlerinden birini alacağız”.

Bazan, birseyin bittiğini anlamamakta diretir insan. Herşey bitişi göstermektedir, ama gözünü sımsıkı kapatırsan bitmeyecekmiş sanırsın hani. Sonra birgün birşey, ne bileyim, başucu kitabının bir cümlesi/ lavantacı kadının kahkahası/ en yakın dostunun endişeli bakışı/ ya da uykuya dalmadan önceki o bulanık tedirginlik anı... işte öyle birşey, sıyırıp atıverir bilincinin örtüsünü, pırıl pırıl görünür kılar herşeyi: Biten zaten bitmiştir, sana kalan bitmişliğin kabulüdür yalnızca...

Tek kelime söylemeden arkamı dönüp sokak kapısına yürüdüm. Açık havaya çıkınca derin bir nefes aldım. Yüreğimdeki sızı eskisi kadar acı vermiyor gibiydi.

NURGÜL ÖZGİRGİN

Perşembe, Şubat 24, 2005

HAKKI, NURGÜL VE ARKADAŞLARININ MAVİ YOLCULUK MACERASI

Adım Edip. Edip Kaptan derseniz Çeşme’de beni herkes tanır. Teknemi de tanırlar. Yirmi beş yıl uzun yol kaptanı olarak yolcu gemilerinde, şileplerde, tankerlerde çalıştım, dünyanın gitmediğim köşesi kalmadı diyebilirim. Bu meslek yüzünden hiç evlenmedim, buna pişman değilim. Boş zamanlarımı okuyarak geçiririm, yalnızlıktan şikâyetçi olmak bir yana, hoşuma bile gider.

Çocukluğumdan beri yelkenciliğe ilgi duyardım. Beş yıl önce emekli oldum. Dedemden kalan evi satıp elime geçen parayla Bodrum’da Arkun Usta’ya bu tekneyi yaptırdım ve Mahur adıyla vaftiz ettim. Lüks bir yat. Konfor olarak aklınıza gelebilecek her şey var. Telsiz, GPS aygıtı, navigasyon aletlerim, elektronik aletlerim, hepsi en yeni ve en gelişmiş modeldir. Yatta ikişer kişilik beş yolcu kamarası, benim tek kişilik kaptan kamaram ve yardımcım İlyas’ın küçük bir kamarası var.

Çeşme’ye yerleştim. Fransa’da yaşayan eski bir arkadaşım bana iyi bir acenta buldu. Bana Fransa’dan müşteri gönderiyorlar, onları bir veya iki haftalık mavi yolculuk gezilerine çıkarıyorum. Bir çok Türk müşterim de var tabii. Mesela Hakkı’ların grubu dört yıldan beri her yaz mavi yolculuğa benimle çıktı. Fakat bu yaz tatsız bir olay yaşadık. Önümüzdeki yıl tekrar mavi yolculuk yapmak isterler mi bilmiyorum. Belki de gruplarında bazı kişiler değişir.

Hakkı’ların grubu bir kaç eski okul arkadaşıyla bazılarının iş arkadaşlarından oluşuyor. Hepsi iyi eğitim görmüş, iyi para kazanan, başarılı profesyoneller. Görgülü, kültürlü, efendi çocuklar. Arkeolojiye meraklılar. Bazen yakınlardaki ören yerlerini görmek istediklerini söylerler, koya demir atar dönmelerini beklerim. Fena da olmaz, onları beklerken kitabımı okurum. Akşam üzeri döndüklerinde yüzerler, sonra yemekte gece yarısına kadar arkeoloji konuşurlar. Ne kadar bilgili olduklarına inanamazsınız. Sunaklar, kral mezarları, sütun başlıkları tartışmalarından başım döner. Dinleseniz hepsini profesyonel arkeolog sanırsınız. Olayı anlatmadan önce size biraz bu gruptan az birkaç kişiyi tanıtmam gerekiyor.

Nurgül’den başlayalım. Mimar. Çalışkan, özgüveni tam, atletik yapılı, ketum, elleri ve kafası bir saniye bile boş durmayan, sürekli bir şeyler üretmeden duramayan hareketli bir kadın. En büyük hobisi seramikmiş. Bu yaz geziye geldiğinde özel olarak yaptığı seramik bir tabağı bana hediye etti. Üstte “Edip Kaptan” yazısı, onun altında Mahur’un resmi ve resmin altında da “Mahur-Çeşme” yazısı var. İnce düşünceli bir kadın. Hayatımda hiç kimse bana böyle bir hediye vermemişti, bu yüzden benim için çok değerli. Onu kaptan mahallinin en iyi yerine kırılmayacak bir şekilde monte etim.

Nurgül çok akıllı olduğu gibi sportmendir de. Yüzünden gençlik ve sağlık akar. Gençliğinde atletizm yapmış, şimdi de düzenli olarak dağcılık, trekking ve kayak yapıyormuş. Dalış takımlarını da getirmişti, her gün daldı, büyük balıklar vurdu. Nurgül hem mükemmelliyetçi hem de aşırı özgürlük düşkünü. Erkek arkadaşı Barış’ın bir akşam 15 yıldır birlikte olduklarını, Nurgül’e halâ ilk günkü gibi aşık olduğunu anlatmasına istemeyerek kulak misafiri oldum. Barış evlenmek istiyormuş ama Nurgül “ben özgürlüğümden asla taviz vermem” diyerek evlenme tekliflerini reddediyormuş. Bu yüzden halâ ayrı evlerde yaşıyorlarmış.

Nurgül’ün en yakın arkadaşı Zerrin de güzel, neşeli bir kadındır. Şakalarıyla herkesi güldürür. Nurgül ne kadar ketumsa Zerrin o kadar açık sözlüdür. Nurgül çok düşünen az konuşan biriyken Zerrin tam tersine çenesini tutamayan bir gevezedir. Yolculuğun son günlerinde yaşadığımız tatsızlığa da onun gevezeliği yol açtı.

Hakkı ellisini biraz aşmıştır ama en çok kırk yaşında gösterir. O kendisini daha da genç hissettiğini söyler. Kız arkadaşı bir kaç hafta önce kendisini terk ettiği için geziye Güray isimli bir arkadaşıyla geldi. Kalbinin oldukça kırık olduğunu söylediler ama bana travmayı atlatmış gibi görünüyordu. İçi-dışı bir, aklından geçeni söyleyen, samimi, herkesle kolay arkadaşlık kurabilen, iyi niyetli, konuşkan, şakacı, çevresine neş’e saçan bir çocuktur. Makinelerde meydana gelen bir arızayı onarmak için şaftı sökmem gerektiğinde arkadaşlarıyla denize girmeyip nasıl onardığımı seyretmiş, bana yardım etmişti. Herkese her konuda yardımcı olmaya çalışmaktan da ayrı bir mutluluk duyduğunu fark etmiştim.

Hakkı iyi bir denizci olabilirmiş, çünkü korkusuz bir çocuktur. Geçen yıl bir gece seyri sırasında Kalkan açıklarında aniden patlayan korkunç bir fırtınaya yakalanmıştık. Beş metrelik dalgalar tekneyi fındık kabuğu gibi sallıyordu. Gök gürüldüyor, sanki kulaklarımızın dibinde yarılıyordu. Yarım mil kadar geride pruva nizamında Mahurdan biraz büyük bir yatın direğine yıldırım düştüğünü gördüm. Herkesin beti benzi atmışken yalnız Hakkı paniğe kapılmamış, herkesin can yeleklerini giymesine ve kamaralarına inmelerine yardımcı olmuş, sonra da gelip bana yardımcı olmuştu.

Her neyse, anlatacağım olayın meydana geldiği gün hava çok sakin, deniz çarşaf gibiydi. Güneş kızgındı. Knidos’la Datça arasındaki küçük koylardan birine demirlemiştik. Koyda bizden başka tekne, sahildeki kumsalda bizimkilerden başka kimse yoktu. Hakkı’nın arkadaşlarından birkaçı kumsalda yürüyor, birkaçı yüzüyordu. Ben de tentenin altında kitabıma dalmıştım. Bu yaz ilk kez onlarla mavi yolcuğa katılan Ayşe adında genç bir kız güvertede güneşleniyordu. Onu hakkında bir şey söyleyecek kadar tanımıyorum.

Hakkı kamarasından çıkıp yanımdaki şezlonga uzandı. Elinde bir bloknot ve kalem vardı. Uzun uzun bir şeyler yazdı, sonra olmadı deyip hepsini karaladı. Kafasını kaşıdı, karnını kaşıdı, kulağını, çenesini kaşıdı.

“Neyin var, güneş alerjisi olmasın Hakkı?” diye sordum.

“Hayır Edip Kaptan” dedi. “Bizim bir edebiyat klübümüz var. Birlikte kararlaştırdığımız öyküleri, romanları okuyor, sonra da tartışıyoruz. Sen de çok okuyorsun. Keşke sen de bizim toplantılara katılabilsen. Şimdi de öykü atölyesi için bir öykü yazmaya çalışıyorum ama olmuyor” dedi.

“Konusu ne?” diye sordum.

“Hep yanlış anlaşılan bir adamı yazmam gerekiyor ama bir türlü aklıma güzel bir fikir gelmiyor.” dedi.

Ben hayatta tesadüflerin rolünün çok sınırlı olduğuna inanırım. Paul Auster okurken de onun tesadüflere bu kadar önem atfetmesine kızmıştım. Ama bu basit bir rastlantı olabilir miydi? Çünkü Hakkı’nın kısa süre sonra yaşayacağı kâbus işte tam o anda başladı. Ben Hakkı için konu düşünürken aşağıda güvertede güneşlenmekte olan Ayşe “Of! Güneş yağım bitmiş. Hakkı’cığım, güneş yağın var mı?” diye seslendi. Hakkı “var” dedi ve koruyucu kremini alıp Ayşe’nin yanına gitti, bütün yardımseverliğiyle Ayşe’nin omuzlarına ve sırtına koruyucu krem sürmeye başladı. Doğrusunu isterseniz “acaba Ayşe Hakkı’yı baştan çıkarmaya mı çalışıyor” diye aklımdan geçmedi değil, ama üzerinde durmadım, Ayşe ve Hakkı gülüşerek konuşuyorlardı, yine okuduğum kitaba daldım.

Ertesi gün bir başka koyda herkes sahile çıkmış güneşleniyor, yüzüyordu. Hakkı ve Güray yanıma kaptan mahalline gelmişti, havadan sudan konuşuyorduk. Güray’ı tek kelimeyle tanımlamam gerekseydi “kinik” derdim. Söylenen her şeyi şüpheyle, yüzünde alaycı bir gülümsemeyle karşılayan, her şeyi kendisinin daha iyi bildiğine inanan biriydi. Her neyse, bir ara Hakkı dürbünü alıp sahile baktı ve “acaba kızlar sahilde heyecanlı heyecanlı ne konuşuyorlar öyle?” diye sordu, “en çok da Ayşe konuşuyor, neler anlatıyor acaba?”
Güray o tarafa baktı ve “Hakkı abi, sana söyleyecektim ama çekindim. Ne konuştuklarını tahmin edebiliyorum. Benden duymuş olma ama Zerrin söyledi. Sen çok ayıp etmişsin. Sen dün Ayşe’ye cinsel tacizde bulunmuşsun” dedi.

Hayretle Güray’a baktım. Hakkı anlamadı. “Ne cinsel tacizi? Ne diyorsun sen?”

Güray “abi, kusura bakma, bak burada hepimiz arkadaşız. Sen yanlış yapmışsın. Bence de Ayşe haklı. Senden koruyucu krem istemiş ama sırtına sürmeni, omuzunu okşamanı, kendisine dokunmanı istememiş ki!” dedi.

Hakkı “ben sürmesem kendi sırtına nasıl krem sürecekmiş? Hem ben ona krem sürerken hiç itiraz etmedi, ‘sürme!’, ‘dokunma!’ filan da demedi, sadece güldü. Ona sırnaşmak aklımın köşesinden bile geçmedi! Gülüşüp şakalaştık. Bunu nasıl söyler! Bu ne utanmazlık!” diyerek isyan etti. Söyledikleri aslında bana da mantıklı geldi. Ayşe’nin Hakkı’yı tacizle suçlamasına, arkasından bu şekilde konuşmasına şaşırdım.

Hakkı “Ayşe ile hemen konuşacağım” dedi. Denize atlayarak sahile yüzdü. Hakkı gruba yaklaşır yaklaşmaz herkesin sustuğunu gördüm. Hakkı’nın ne yapacağını merak ediyordum. Biraz sonra Ayşe’ye bir şeyler söylediğini, ardından ikisinin gruptan uzaklaşıp biraz ilerde hararetli bir tartışmaya giriştiklerini gördüm. Sonra Ayşe el kol hareketleriyle bir şeyler söyleyerek Hakkı’nın yanından ayrıldı ve grubun yanına döndü. Hakkı arkasından biraz baktı, sonra yüzerek tekneye geldi. Merdivenleri tırmandı ve bir sigara yakıp derin bir nefes çekti. Sinirden elleri titriyordu. Sonra bir bardak alıp rakı doldurdu ve yanıma geldi. “Kafam çok bozuk Edip Kaptan. İnanamıyorum! Ayşe ‘evet, senin yaptığına cinsel taciz denir’ diye iddia ediyor. Sen de gördün. Hayatımda yanlış anlaşıldığım çok olmuştur ama böylesi ilk kez başıma geliyor. Bana bir akıl ver, ne yapmalıyım?” diye sordu.

“Yapacak bir şey yok Hakkı’cığım, arkadaşlarının bazıları sana inanacaktır, bazıları Ayşe’ye. Yanlış anlaşılan adam öyküsü için konu arıyordun, al işte konu çıktı! Otur bunun öyküsünü yaz” dedim.

Bana kızdı, “ben senden yardım istiyorum sense benimle alay ediyorsun” dedi.

“Alay etmiyorum Hakkı’cığım, boş yere kendini üzme” dedim. “Ben olayı gördüm. Senin yardım amacıyla hareket ettiğine inanıyorum. Ama tensel temas son derece hassas bir konu. Kişiler bunu farklı algılayabilir. Belki Ayşe başka şeyler vehmetmiştir veya onda başka türlü bir duyu yaratmış olabilir. Ayşe’yi suçlama, o da kendine göre haklı olabilir” dedim.

Yine kızdı. “Bana bunu nasıl söylersin? Yalan söylüyor. Herkesi kendine inandırdı. Güray dahil hepsi beni bir cinsel tacizci olarak görüyor. Ayşe’nin arkamdan böyle konuşmasını, Zerrin’in de dedikodu yapmasını ve onu desteklemesini affedemem dedi.”

Üstüme vazife olmamakla birlikte Hakkı’yı teselli etmeye, mantıklı olmasını sağlamaya çalıştım. “Bak Hakkı’cığım dedim, cinsel tacizin tanımını yapmak kolay değil. Bırak dokunmayı bir söz bile cinsel taciz olarak algılanabilir. Geçen kış Fransa’da acentalığımı yapan arkadaşımla bir turizm şirketini ziyarete gitmiştik. Görüşeceğimiz kişinin sekreteri süper kısa, daracık bir mini etek giymiş hoş bir çıtırdı. Arkadaşım ona “ne güzel bacakların varmış Nikol” gibisinden bir şeyler söyledi. Kız da güldü, bunu iltifat olarak kabul etti. Aynı sözleri Nikol’e ben söyleseydim, veya arkadaşım farklı bir tavırla söylemiş olsaydı Nikol bunu cinsel taciz olararak algılayabilirdi. Türkiye’de sekreterlere bu tür iltifatlar pek yapılmaz, yapılırsa büyük olasılıkla cinsel taciz olarak algılanır. Belki Avrupa’da da, banka veya hukuk şirketi gibi ciddi, asık suratlı sektörlerde çalışan sekreterlere bu tür iltifatlar yapılmıyordur, bilmiyorum. Yabancı iş adamları bazen bizim sekreterlere bu tür iltifatlar yağdırır, bizimkilerin hoşuna gider, kikir kikir gülerler, ama sen aynı şeyi söylesen Hakkı bana cinsel tacizde bulunuyor diye şikâyet ederler. Bu da onun gibi bir şey işte, boş ver kafana takma.” dedim. Hakkı ise inatla kendisini savundu, Ayşe’yi iftiracılıkla, yalancılıkla, kötü niyetlilikle suçlamayı sürdürdü.

Hakkı arkadaşlarıyla konuşup derdini anlatmaya çalıştı. En yakın arkadaşı Güray’ı bile cinsel tacizde bulunmadığına inandıramadı. Herkes ona kınayan gözlerle baktı. Hakkı hepsine küstü. İçkisi alıp doğru benim yanıma geliyor, halâ bu olayı konuşuyordu. Ona, “başkalarının ne dediğinin, ne düşündüğünün hiç bir önemi yok, önemli olan senin ne düşündüğündür, kendi vicdanındır, gerisini boşver” dedim. “artık bu konuyu dinlemek istemiyorum, sen de bu olay yüzünden hayatı kendine zehir etme, gezinin keyfini çıkarmaya çalış” dedim. Ama gezinin sonuna kadar Hakkı’nın kırgınlığı geçmedi, neşesi yerine gelmedi.

Hakkı’nın durumu beni üzüyordu. Canım müzik setine Refik Fersan’ın Mahur Saz Semaisini koymak, sonra da bir büyük klüp rakısı açmak, bu efkârla bir güzel içmek istiyordu ama bunu yapamazdım, sorumluluklarımın bilincindeyim. Bu bir prensip meselesi. İlk kaptanım Cumhur Kaptan’dan öyle gördüm. Cumhur Kaptan gibi, karada olduğum zaman iyi içerim ama denizde olduğum sürece asla ağzıma içki koymam.

Nurgül ertesi sabah yapacak iş bulamamış olmalı, kaptan mahalline geldi. Mahur’un mimarisini eleştirdi. Sözünü kestim, “Bak Nurgül” dedim, “bu grupta en aklı başında kişi sensin. Mahur’un mimarisi ile uğraşacağına grubunuzda ortaya çıkan tatsızlığı çözümlemeye çalışsan daha iyi olmaz mı? Herkes bu konuda konuşup durdu, sen hiç ağzını açmadın.”

“Konuşmamın bir faydası olacağına inansam konuşurdum” dedi. “Hakkı da, diğerleri de meseleye değişik açılardan bakıyorlar, birbirlerini anlamaları mümkün değil” dedi.

“İyi ama ortada bir iddia ve suçlama var, bir de buna karşı yapılan savunma var. Bizler de ister istemez kendimizi yargıç yerine koyup onları dinliyoruz. Sonuçta bir karar vermek, Hakkı’yı aklamak ya da suçlu bulmak durumundayız” dedim.

“Bu durumda bir kişinin vereceği karar da, jüri olsa jürinin vereceği karar da anlamsız olacaktır, çünkü üzerinde önceden anlaşılmış, belirli bir kriter yok” dedi Nurgül.

“Bu durumda yargıçların işi çok zor” dedim.

“Evet. Ama Hakkı’nın işi daha da zor. Bu olayı daha ne kadar dert edecek, kırgınlığı ne zaman geçecek bilemem. Ayşe şimdiden unuttu bile. O zaman da fazla önemsememişti zaten. İşin mantıksal yönü böyle, ama bir kadın olarak bu olaya baktığımda ben ortaya çıkan durumdan memnunum. Çok iyi oldu, bu Hakkı’ya da, teknedeki bütün erkeklere de iyi bir ders olur umarım. Bundan sonra daha dikkatli olur, bir kadına dokunmadan önce ondan izin almayı unutmazlar” dedi.

İçimden “Nur içinde yat Can Yücel” dedim. Bilirsiniz, feministler ilk eylemlerine başlayıp isimlerini duyurduklarında Can Yücel’e ne düşündüğü sorulduğunda onlardan “Türk Karı Kuvvetleri” diye söz etmişti. Çok şükür, feministlerle işim yok. Ama aklıma takılmıyor değil, önce izin istemesine isteyelim de romantizm ne olacak? Her neyse, ben yaşlı bir kaptanım, bu artık gençlerin sorunu.

Cumartesi, Şubat 19, 2005

57 Model Cadillac




Adını Detroit kentini kuran kaşiften alan Cadillac otomobillerden 57 Model olanı...Rock’n roll müziğin, arabayla gidilen sinemaların, fast-food yemekler ve yeni ekspres yolların çağdaşı... Gösterişli, ön tarafını bütünüyle saran yuvarlak uçlu ön camdan alnı, Douglas Fairbanks’in yukarı kalkık ince bıyıklarını andıran Cadillac motifi, zenginliğin ifadesi altın kaplama dişlerle sırıtır gibi kocaman ağzı, geniş pancurları, iri kromajlı tamponu ve arkasında koca kanatları ile sekiz silindirli 1957 Model bir Cadillac...Amerikan rüyasının sembolü...

Mc Donalds’tan, Coca-Cola’dan önce girmişti yaratılmak istenen “Küçük Amerika”ya, Türkiye’ye...

Demokrat Parti, “her mahallede milyoner yaratma” eyleminden önce milyonerleri Millet Meclisi’ne taşımıştı. ”Yeter söz milletin” deyip, “46 ruhu”yla iktidara gelmişlerdi. 57 Model Cadillac’ın ilk sahibi de aslında zengin bir çiftçi olan bir mebus idi. Demokrat Parti’nin meclise taşıdığı zenginlerden biri...İthalatçısı onu daha galeriye koymadan satmıştı. Otomobili lacivert takım elbiseli, kokartlı lacivert kasketli, yaşlı, güngörmüş bir şoför kullanıyordu. Arka koltuğa kurulmuş Mebus Beyi Millet Meclisi’nden alıp, Ulus’tan aşağı süzülüp, İstasyon’dan Tandoğan Meydanı’na, oradan Beşevler’den Emek Mahallesi’ne, İsrail Evleri’ndeki konutuna götürürken bütün diğer araçların sürücüleri hayranlık ve saygıyla ona yol verirlerdi. Asfalt yolda süzülerek yol alırken bu hayranlığın Mebus Bey’den ziyade kendisine gösterildiğinin bilincinde gururlu ve cakalıydı. Ancak çok uzun sürmedi bu keyif. Amerika’dan göç edip geldiği bu garip ülkenin insanları demokrasisine değil de parıltılı yaşam biçimine özenmişlerdi, Batılı ülkelerin.

27 Mayıs Darbesinde, askerler, Mebus Beyi sabah erken saatlerde, tavuk kümesinde saklanırken yakaladılar. Cadillac’ın ilk yürek yaralanması o zaman olmuştu. Millet Meclisi yerine, önce İstanbul’da Yassıada’da yargılanan, daha sonra da Kayseri Cezaevi’nde cezasını çeken Mebus Bey’i ziyarete giden karısını, çoluğunu çocuğunu taşıdı,yıllarca. Yorgun düştü, bakımsız kaldı.

Mebus Bey, cezaevinden çıktıktan sonra sanki uğursuzmuş da, bütün bunlara o sebep olmuş gibi İstanbullu yeni zengin bir tüccara, Osman Bey’e sattı, onu. Osman Bey, ithalatçı idi. Devlet ihalelerinden yolunu buluyordu. Bu arada sanayiciliğe de niyetlenmişti. Sanayicilik dediysek, “bacasız”ından idi. O zamanlar, “montaj sanayii” modası vardı. Devletin dışında ağır sanayi yatırımı yapacak babayiğit pek yoktu. Cadillac hayatından memnundu. Yine zengin bir eve kapağı atmıştı. Yeni sahibi uyanıktı. Paranın kokusunu iyi alıyordu. Yeşilçam filmlerinin sinemaları tıklım tıklım doldurduğu yıllardı. Zengin kızların evin fakir, ama yakışıklı genç şoförlerine aşık olduğu filmleri çeken sinemacılara kiraladı arabasını. Artist de olmuştu. Belgin Doruk, Türkan Şoray, Muhterem Nur’la aynı filmlerde rol arkadaşlığı yaptı. Herkesin kendisini tanıdığını düşünüyor, gururlanıyordu. Akşamları açık hava sinemalarının önünden geçerken şoför kornasına bastığında daha bir güzel ötüyordu.

Yaşanan güzel şeylerin de bir sonu oluyordu. Otomobiller de yaşlanıyor, yani eskiyorlardı. Değerleri düşüyordu. Muhasebeciler, ellerinde kalem, amortisman hesabı dedikleri bir hesapla acımadan değerlerini düşürüyorlardı. Yeni modeller çıkıyor, pabuçları dama atılıyordu. Olsun, o bunlara aldırmıyor, kocaman gövdesiyle şişinip geziniyordu. Piyasaya hakim olmaya başlayan, o cimri Avrupalıların ürettiği kıtıpiyos, küçük arabalar gibi değildi. Olamazdı da zaten. Gariban Avrupalılar çok sıkıntı çekmişlerdi. Daha yeni yeni bellerini doğrultuyorlardı. Pek tabii ki Amerikalıların zenginliği yoktu.

Ancak çok sonraları farketti, sahibinin “lıkır lıkır” benzin içtiği için ona kızdığını ve gözden düştüğünü. O kızgınlıkla Osman Bey, yeni model bir Avrupa arabası, bir Mercedes edindi, kendisine. Onu da bir galeriye satılmak üzere bıraktı. Çok kalmadı galeride. Uygun bir fiyatla satıldı. Bostancı-Taksim dolmuş hattında çalışan, doğma büyüme Erenköylü Serhat’ın sevgili arabasıydı artık. Ta ki yerini bir Ford minibüse bırakıp emekli olana kadar. Senelerce sabahları mahmur gözlerle okula giden öğrencileri, işe giden genç kızları, erkekleri, geceleri sarhoşları taşıdı. Onların tatlı muhabbetlerini dinledi, aşklarına şahit, sırlarına ortak oldu. Pırıltılı Bağdat Caddesinden, dünyanın en güzel manzarasına sahip Boğaziçi Köprüsünden, Bostancı’dan Taksim’e, Taksim’den Bostancı’ya gitti geldi. Serhat, ortaya ilave bir sıra koltuk koyup, daha fazla müşteri alabilmek uğruna gövdesini kestirip, ekleme yaptırıp boyunu uzatmıştı. Bununla da yetinmeyip daha az masraflı olsun diye zamanın modasına uyup LPG tüp taktırmıştı. Orasına burasına takıştırdığı “süslü” aksesuarlar da cabasıydı. Şekli şemali iyice değişmişti. 50’li yılların en fiyakalı arabasından geriye bir şey kalmamıştı. Serkan, arabasını çok seviyor, “ekmek teknem” diyordu, ama Cadillac’ın Serkan için aynı duyguları beslediği söylenemezdi. Hele Belediyenin de içinde bulunduğu bir komplo sonucunda, kendisi gibi akranı diğer Amerikan otomobilleri ile birlikte hattan çıkarılıp, yerini “sıfır” bir minibüse terkettirilip, haraç mezat bir hurdalığa satılınca kırgınlığı iyice artmıştı.

Yaşanan bunca ihtişamın arkasından kendisini bir hurdalıkta bulmuştu. Hurdalığın bulunduğu arsada yıllarca, yağmurun, karın altında yattı. Güzelim kaportası çürümeye başlamıştı. Kimsenin yanına uğradığı yoktu. Yalnızca arabacılık oynayan mahallenin çocukları ile dostluk edebiliyordu. Bu çocuklar yoksul ailelerin çocukları idi. Babaları onlara uzaktan kumandalı oyuncak arabalar alamıyordu. Çok zeki, sevimli yumurcaklardı. Direksiyonuna oturup oynuyorlardı. Hemen hepsinin düşü büyüdüklerinde şoför olabilmekti. Onların düşlerini paylaşabilmek hoşuna gidiyordu. Yaşlanmıştı. Hurdacının iki padişah, yedi cumhurbaşkanı görmüş anneannesi gibi o da 27 Mayıs Darbesi’nin arkasından iki askeri darbe ve bir “post modern” darbe yaşamıştı, bu Amerika karikatürü, ikinci vatanı ülkede. Bütün yaşananlara rağmen bu ülkenin insanlarını çok sevmişti. Onların sevinçlerine, üzüntülerine ortak olmuştu.

Tam ümitsizliğe kapılmışken eski, hurda arabaları adam edip, allayıp pullayıp antika meraklılarına Dolapdere’nin aşağısındaki galerisinde satan Kasımpaşalı Recep tarafından farkedildi. Recep, hurdalıktan aldığı Cadillac’ı bu işlerin erbabı kaportacı-boyacı arkadaşının ellerine teslim etti. Bir ay içinde eskisi kadar olmasa bile gıcır gıcır olmuştu. Galerinin en görünür yerine konuldu. Oradaki en fiyakalı araba gene oydu. O gelmeden önce galerinin gözdesi olan 56 Chevrolet kıskançlıktan çatlıyordu. Yoldan geçenlerin hemen dikkatini çekiyordu. Eski araba meraklıları sorup duruyorlardı, ama hiç kimse istenilen parayı verip almaya cesaret edemiyordu.

Sonbaharın son güneşli havalarından biriydi. Kasımpaşa Bahriye Caddesi yönünden Çevreyoluna doğru giden kıpkırmızı renkli, yeni model Alfa Romeo otomobil, ani bir frenle Galerinin önünde durdu. Allahtan ABS’si vardı.İçinden inen sürücüsü heyecanla ona doğru geldi. Sonra önde oturan yaşlı kadına seslendi.:

“Anne bak! 57 Model bir Cadillac.”

Annesi onaylar gibi başını salladı.:

“Ya, evet. Aynı rahmetli babanın otomobili.”

“Ne kadar güzel değil mi?”

Tanımıştı bu genç adamı. Tesadüfe bakın, Orhan’dı bu. Mebus Bey’in küçük oğlu. Yıllar geçmiş, koca adam olmuştu. Küçükken bir gün, şoför tuvalete gittiğinde, fırsattan istifade direksiyona oturmuş, vitesi boşa alıp, kontak anahtarını çevirmişti. Allahtan ayakları gaza yetişmiyordu. Yoksa büyük bir kazaya yol açabilirdi. Bir ağaca çarpıp, ufak bir hasarla atlatmıştı. “Rahmetli babam” demişti. Demek ölmüştü, adamcağız.

Orhan, otomobili uzun uzun inceledi. Küçüklüğünün arabasının izlerini aradı. Zoraki akşam gezmelerinden dönüşte arka koltuğunda uyuduğu otomobili özlemişti. Çocukluk anıları canlandı, gözünde. Yaşlanınca insanların boyu çeker, küçülürlerdi. Cadillac’ınsa dolmuşçu Serhat’ın marifetiyle gövdesine ekleme yapılmış, boyu uzamıştı. Arka bagajında ise bir LPG tüpü vardı.
Galerici Recep, yanlarına geldi. Alıcı olduklarını anlamıştı. Orhan fiyatını sordu. Annesi de Alfa Romeo’dan inip gelmişti.

“Alalım mı anne?”

“Sen bilirsin.”

Orhan, kararını çoktan vermişti. Cebinden çek defterini çıkarıp vadeli bir çek yazdı.

“Bizim çocukları gönderir aldırırım. Muamelelerini yaparız.” Dedi.

Bunca maceradan sonra, bir peri masalındaki gibi kader onu ilk sahipleri ile yeniden bir araya getirmişti. Mebus Bey ölmüş, karısı yaşlanmıştı. Orhan, büyümüş, akademik kariyer yapmış, profesör olmuştu. Bir vakıf üniversitesinde çalışıyordu. Evlenmiş, bir kızı olmuştu. Cadillac da yaşlanmıştı, ama üçüncü nesle yetişmişti. Tıpkı bu ülkenin tarihi gibi, çalkantılı, inişli çıkışlı bir hayatı olmuştu. Gene de çok mutluydu. Hurdalığa kadar düşmüş, ordan kurtulup yenilenmiş, ilk sahiplerinin yanında eski itibarına tekrar kavuşmuştu.

M.HAKKI YAZICI

Perşembe, Şubat 17, 2005

DUVARDAKİ ÇOCUK

Kızının birinci doğum günü fotoğraflarını albüme tek tek yerleştirirken hikayeyi tamamlayan eski birkaç fotoğrafta olmalı idi düşündü Aysel. Zarfın içinde kalan geçmiş iki seneden de bir şeyler eklemeliydi buraya. Bir film yönetir edası ile soyundu bu ise ve çok geçmeden takıldı kaldı bir kareye. Evet sanırım buydu bu filmin en çarpıcı karesi, buydu bu masalın kalbi. Ne kızının bir fotoğrafı idi bu kare, ne de hala ilk günkü gibi aşık olduğu kocasının. Bu Rıdvan’a “ne iyi etmişimde aşık olmuşum” diye düşündüğü kocasının doğduğu büyüdüğü yaylanın fotoğrafı idi. Aşkın yeşili, aşkın mavisi ve aşkın her saniye değişen havası vardı o fotoğrafta. Bu kadar basit ama bir bu kadar da derin.. Bu fotoğraf, can kızının doğum günü albümünde olmalı idi kesinlikle. Çünkü kızının doğmasının hikayesi belki bu yaylalarda başlamıştı. Hatta kızını belki de Rıdvan dan önce tanımıştı belki de o Pazar sabahı.

Liseden arkadaşı olan Sibel’in küçük mutfağında kahvaltı ederlerken duvardaki resme ilişmişti Aysel’in gözü. Böyle bir mavi böyle bir yeşil olamaz demişti . Sibel ise olur diye ısrar etmiş ve ağabeyinin çektiği fotoğraflardan bahsetmişti. Resimde abisine ait idi zaten. Diğer duvarda duran at resimleri de onundu demek.

O yeşilin ve o mavinin diğer duvardaki koyu kahverengi at kadar gerçek ile aynı olduğuna Aysel inanamamıştı bir an ama başka bir şey vardı kafasını kurcalayan, yorumlayamadığı , yorumlasa da o an söze dökemeyeceği... Bir çocuk vardı sanki o resimde Bir çocuk. Koşan, yuvarlanan , yatan, ağlayan, gülen... Ama bulamadı kimdir bu çocuk. Sibel’in çocukluğu mu? Resmi yapanın; fotoğrafı çekip gerçek işte bu renkler diye ispatlayanın çocukluğu mu? Kimin çocukluğu ? Belki de büyük adam olmak için okuduğu sıralarda kaybettiğini düşündüğü kendi çocukluğu mu? Bir çocuğu olsaydı keşke, bu yaylalarda yapılan bir resme; çekilen bir fotoğrafa konu olsaydı yavrusu fena mı olurdu?
“Sibel?” dedi. “Sibel”
Duymuyordu Sibel. Mırıldanmıştı Aysel çünkü.
“Sibel ağabeyinin fotoğraflarını ne zaman görebilirim.?”
“Hemen” dedi Sibel çaydanlığı elinden bırakarak ve bir koşu gitti ve hemen elinde birkaç adet fotoğraf ile geri geldi. Ama niye birkaç adet diye düşündü Aysel. Neden bu kadar az? Ne idi beklediği ? O da bilmiyordu ya aslında. Aysel’e göre eksik olan fotoğraflarda da , o çocuk var mıydı acaba? “İsterdim görmeyi burayı” dedi. Yine mırıldanmıştı ve yine Sibel duymamıştı. “Gitsek ya bir hafta sonu seninle, Hatta .. Hatta hadi bu hafta sonu gidelim.” dedi. Bu sefer sesi olanca gücü ile çıktı. Sibel ona baktı şaşkınlıkla. Aysel işini nasıl bırakacaktı? Nasıl izin alacak ve onca yolu tepecek gelecekti köye. O kadar saat nasıl otobüste ayaklarını rahat ettirebilecekti. Tamam Aysel de köy evladı idi, bu yollar, bu yolculuklar onu yormaz aksine canlı tutardı ama koca İstanbul’un içine sıkışmış biri idi Aysel artık ve nasıl hemen bu hafta sonu demişti. “Gideriz tabi gideriz de sen nasıl ayarla..” daha lafını bitirmeden Aysel gözünü tekrar resme dikerek mırıldandı. “Hadi gidip bulalım o çocuğu”

Ve gerçekten aynı yeşil aynı mavi içinde buldu kendini birkaç hafta içinde. Düşündüğü kadar çabuk olamadı tabi İstanbul’un onu bırakması tatil için bile olsa. Sibel ile kalkıp gitmişlerdi onca yolu. Rıdvan nasıl da gerçek renkler kullanmış duvardaki resimde onu gördü Aysel. Ve Rıdvan! O da ne kadar gerçekmiş meğerse o yayla esintisinde .Koca İstanbul’un içinde sıkışmayan , kaybolmayan tek insandı Aysel’e göre. Saygı duydu. Ve belki de farkında olmadan sevgi de duydu. Unuttuğunu sandığı , adının “Aşk” olduğunu düşündüğü çarpıntıyı bile hissetti. Korku, heyecan, istek, isyan, çaresizlik, yeşil, mavi, ve ağaçların ardından ona gülümseyerek bakan belli belirsiz bir çocuk

Ya Rıdvan? Hiçbir zaman bir yabancıya gönlünü kaptırmayacağına dair anasına söz veren Rıdvan... Anası öldükten sonra Sibel’in “Gel ağabey bu şehre” lerine aldırmayan Rıdvan. İstanbul’a İstanbul’da kilere köyünü, yaylarını, nefes almayı hatırlatmaya yaptığı resimler, çektiği fotoğraflar ile devam eden Rıdvan...

Nasıl olacaktı? Nasıl bu yayla sadece kalpte beyinde yaşanacaktı. Ayakları çimen yerine parkelerde mi olacaktı? Bilemiyor bilemiyordu ama Aysel’i seviyor ve en azından bu sevgiye şans vermek istiyor idi.

Sonunda Rıdvan geldi İstanbul’a. Ve Aysel’in de duvarında gerçek bir yeşil, gerçek bir mavi oldu birkaç aya kadar. Onun da duvarında bir yayla esintisi vardı şimdi. Aslında hayalleri orada kıymaktı nikahlarını. Rıdvan söylemese de üzülmüştü bu hayalin gerçekleşmemesine. Ama olmamıştı işte. İstanbul onu da diğerlerinin yanına almış bir koşturmadır başlamıştı. Alışmak kolay değildi ukala şehre. Ama karşı da koyulamıyordu. Aysel ve Sibel kısa zamanda ona da öğrettiler gözler kapanınca yaylada koşabilmeyi. Çünkü burada sadece rüyalarda görür olmuştu Rıdvan gerçek renkleri, üşütmeyen esintileri.

Bugün harika bir kızları vardı. Sibel halasının mutfağında ki resimde koşan, yuvarlanan, içerden gelen birkaç eksik fotoğrafta gülen , ağlayan çocuk doğmuştu işte. Babası şimdi kızının resimlerini yapıyordu. Kızının fotoğraflarını çekiyordu. Aysel İstanbul’a daha tanıdık olmasından dolayı zorlanmazken çoğu zaman, Rıdvan şimdi yeşil mavi yerine pembe beyaz bir sevgi çiziyordu kendine kalan zamanlarda. İstanbul’dan uzak, parkenin üstüne attığı köyden getirdiği ana emeği, el nuru minder üstünde.

Aysel bir kez daha baktı elindeki fotoğrafa. O Pazar sabahı kızını görüp de yorumlayamadığı o yayla fotoğrafına baktı ıslak gözlerle. Sonra duvardaki resme çevirdi başını. Mırıldandı. Bu sefer de Rıdvan duymadı onun sesini. Yayla esintisi içinde bu ses diyordu ki: “İyi ki gidip onları bulmuşum.”

CANAN ERAYDIN

Salı, Şubat 15, 2005

Aşkı Tiyatro



“Ama beyaz cam bizi çağırıyor abi,” dedi İsmet elindeki zarları attıktan sonra.

Ortaköy’deki kahvelerden birinde oturuyorlardı. İsmet bir yandan Orhan’la tavla oynuyor, bir yandan da laflıyordu. Rıza sandalyeye ters oturmuş onları seyrediyordu.

Rıdvan, “İçine ettiniz be sanatın, tiyatronun. Ne oldu bizim ideallerimize?” diye çıkıştı.

“İdeallerimize bir şey olduğu yok, abi. Aç mı kalalım, işportacılık mı yapalım?”

Kızdı :
“Hadi siz oyununuza devam edin. Ben gidiyorum.”

İşportacılık, tezgahtarlık yapsınlardı. Pazarda limon satsınlardı, ama sanata ihanet etmesinlerdi. Beşiktaş’tan Taksim’e çıktı. Eski bir tiyatro salonunun önünden geçti. Uzun süredir kapalıydı. Şimdi bilardo salonu olmuştu. Yahu ne olmuştu böyle? Eskiden ne çok tiyatro salonu vardı. Sinemalar pasaj, tiyatro salonları bilardo salonu oluyordu. Kültürsüzlük, köşe dönmecilik toplumun her kesiminde egemen unsur olmuştu.

Eve giderken bir seyyar satıcıdan incir aldı. Birini soyup yemeye başladı. Satıcının incirleri koyduğu gazeteden yapılmış kesekağıdının üzerinde Mahir Canova ile yapılmış bir söyleşi vardı. “Şairler reklam ajanslarına metin yazarı olarak, öykücüler TV dizileri yazarlığına, eleştirmenler dolarize maaşlı özel akademi “hocalığı” na ve tiyatrocular dizi oyunculuğuna, showman’liğe, sunuculuğa “intisab” ederek hayat yollarında yükselme boyutunu yakalamaya çalışıyorlar.” diyordu.

“Ağzına sağlık, üstadım. Tam da benim şu anda düşündüklerimi söylemişsin. En önde gidenler kuşkusuz bizim tiyatrocu inekler,” diye mırıldandı. Bir duvarın üstüne oturup kesekağıdını iyice açıp okudu.:

“Beyaz camın karşı konulmaz çağrısına ve büyük servet tekliflerine karşı koyamayan tiyatro efradı, yazarından, oyuncusuna, kostümcüsünden, ışıkçısına TV kanallarının yolunu tutup, sanatı reddedip maskaralığı seçmişlerdi. Ülkenin tiyatro salonları terkediliş ve çöküntüyle yüzyüze gelmişlerdi.”

Rıdvan, bunları düşünerek yokuşu indi.

Eve geldiğinde ter içinde kalmıştı. Sıcak, nemli bir hava vardı. Merdivenleri uflayarak ağır ağır çıktı. Apartmanın girişinde Madam Eleni ile karşılaştı. Selamlaşıp hal hatır sordular, birbirlerine.“İşte toplumdaki negatif seleksiyonun bir tezahürü” diye düşündü.

Eskiden kadıncağız bütün bu apartmanın sahibiydi. 6-7 Eylül Olaylarından sonra çocukları Yunanistan’a göçmüş, kocası ve o, doğup büyüdükleri, sokakları, insanları ve kültürü ile özdeşleştikleri İstanbul’u terkedememişlerdi. Onlar için İstanbul ve Türkiye vatanları, Yunanistan ise yabancı bir ülke idi. İstanbul’un her köşesinde anıları vardı, Madam Eleni’nin. Atina’ya yerleşen çocukları yılda bir iki kere ziyaretine gelirlerdi. Bu gidiş gelişler her sene biraz daha seyrelerek yapılır hale gelmişti. Malum iş, güç, çocukların okulu filan gibi mazeretlerle...Hele kocası da ölünce Madam Eleni yapayalnız kalmıştı. Arkasından maddi sıkıntı da gelince Madam Eleni apartmanı köşedeki Elazığ’lı bakkala haraç mezat satmıştı. Şimdi eskiden sahibi olduğu apartmanın kiracısıydı. Ama duruşundan, hanımefendiliğinden zerre kadar ödün vermemişti.

Kapının zilini çaldı. Açan olmayınca anahtarla kapıyı açıp içeri girdi. Aysel evde yoktu. Çocuk da okuldan henüz gelmemişti.

“Negatif seleksiyon.” , ” Beyaz cam bizi çağırıyor, abi.” ...Bu iki laf diline takılmıştı. Koltuğa yığılıp ayakkabılarını çıkardı. İçeri odalardan koşarak gelen Fındık, zıplayarak kucağına çıktı. Yüzünü gözünü yalamaya başladı. Fındık oğlunun köpeğinin adıydı. İttirerek kucağından indirdi.Televizyonu açmak için uzaktan kumandasını arandı. Vazgeçti. Televizyonu sanatı erozyona uğratan bir araç gibi görmeye başlamıştı. Sinemaları, tiyatro salonlarını, komşu gezmelerini hatırladı tek tek.

“Ulan beyaz cam, toplumsal olan her şeyi yok ettin, “ diye söylendi.

Ayakkabılarını tekrar giydi. Ayağa kalkıp televizyonu kucakladı. Kapıyı açıp yavaş yavaş merdivenlerden indi. Madam Eleni’nin kapısına gelince zili çaldı. Yaşlı kadın kapıyı açtı. Bütün zerafetiyle gülümseyerek “Buyrun, Rıdvan Bey?” dedi.

“Madam Eleni bu televizyonu biz pek seyredemiyoruz. Vaktimiz olmuyor. Çocuğun da dersleri var malum; çalışmasına engel olmasın istiyoruz. Bari bir işe yarasın, size verelim.”

Kadıncağızın sevinçten gözleri ışıldadı.:

“Ah, çok mersi. Çok zarifsiniz.” dedi.

İçeri girip televizyonu kurdu. “Ulan beyaz cam bir işe yara bari,” dedi içinden. Belki bu televizyon kadıncağızın yalnızlığına çare olur, onu oyalardı.

***

Aysel’in bu kadar tepki göstereceğini hiç beklemiyordu. Hele ufaklığın “Anne ben çizgi film izleyecektim,”diye zırlaması?! Hiç ses çıkartmadan dinledi bütün söylediklerini.

Aysel mutfakta yemek için soğan doğrarken hem ağlıyor, hem de bağıra bağıra konuşuyordu.:

“Sen bu evde yalnız yaşamıyorsun... Nasıl bizim tercihlerimizi hiçe sayarsın...Bıktım artık senin takıntılarından...Bu memlekette tiyatro sanatı bir tek sana kalmıştı, sanki... İyice manyaklaştın son zamanlarda.”

Ufff. Makineli tüfek gibi ne çok şey sıralamıştı.Gözlerinden akan yaş soğandan mı, yoksa üzüntüden mi akıyordu, anlayamamıştı. Ne vardı ki bu kadar kızacak?

Çok kırılmıştı. Başkası söylese bu kadar kırılmazdı. Tiyatro sanatını yüceltme mücadelesini birlikte verdikleri, karısı, can yoldaşı bunları söylüyordu. Her şey bitmişti o zaman. Yenilgiyi kabul etmek gerekiyordu.

Yatağa erkenden yatıp kafasına yorganı çekti. Hava zaten sıcaktı, ter içinde kalmıştı; düşünceler uykuya dalmasına engel oluyordu. Fındık’ın ayakucundan yorganın altına girdiğini farketti. Sürünerek yatağın başucuna kadar geldi. Başını göğsüne koydu. Yüzünü öper gibi yaladı. Göz göze geldiler. Mahsun, şefkatli bir ifadeyle, “Sen haklısın, ama boşver, üzülme” mi demek istiyordu?

***

Aysel, Üsküdar Amerikan Koleji’ni bitirmişti. İçlerinde bir tek o, ingilizce okuduğunu anlayabiliyordu.

Rıdvan ise kasabasında ilk gençlik yıllarında, okulda tiyatro mikrobunu kapmış, Halkevi’nde sürdürdüğü tiyatro merakıyla yetinmemiş, esnaf babasının, anasının bütün karşı çıkmalarına rağmen Konservatuara gideceğim diye tutturmuştu.

İki farklı kültürden gelen iki genç insanın yolları kesismişti; Aysel ve Rıdvan konservatuarda tanışmışlardı. Sınıfın en parlak öğrencileri idiler.

İki farklı kültürden de olsalar tiyatro sevgisi onları yakınlaştırdı.

Yaz tatillerinde İngiltere’ye gençlik kamplarına gidip, çilek toplamışlar, dönüşte biriktirdikleri paralarla Londra’ya uğrayıp en gözde tiyatro oyunlarını seyretmişlerdi.
Bunu aşağı yukarı bütün öğrencilik yıllarında, hacca gider gibi, kutsal bir görev olarak, her sene tekrarlamışlardı.

İngiltere’den getirdikleri Türkçede yayınlanmamış Stanislavski’nin, Brecht’in kitaplarını Rıza, Aysel ve o, soba başında, sabahlara kadar, demledikleri çayı içerek, satır satır okuyarak ezberlemişlerdi adeta.

Aysel’le zaman içinde oluşan duygusal beraberliklerinin temelinde ikisinin bu tiyatro sevgisi vardı. Rıdvan’ın hayatında sadece, ama sadece iki şey vardı: Aysel ve tiyatro.

Aysel’i sevdiğini ve evleneceklerini söylediğinde Rıza şaşırmıştı. “Çok sevindim,” demişti. Ama söyleyişinde bir tuhaflık vardı. “Sevindim,” diyordu, ama hiç sevinmemiş, hatta üzülmüş gibi bir hali vardı. Yoksa o da mı Aysel’i seviyordu? Pek üstünde durmamıştı. Olsaydı söylerdi diye düşündü. Aysel, Rıza ve o, en yakın arkadaşlardı. Onlar bir takımdı. Tiyatro sanatının birer neferi idiler.

***

Aysel’le bir hafta hiç konuşmadılar. Aynı evin içindeydiler, ama konuşmuyorlardı. Aysel geç geleceği, bir yere gideceği zaman haber vermiyordu. Bütün bu süre içinde pek dışarı çıkmadı. Suratında bir karış sakal olmuştu. Sabah kalktığı gibi yatıyordu geceleri.

Rıdvan, sıkıntıdan tek başına Gogol’ün “Bir Delinin Hatıra Defteri”ni oynamaya başladı. Zaten tek kişilik bir oyundu. Genco Erkal ne kadar güzel oynardı? “İyi ki Genco Erkal gibiler var.” Onun tiyatrosu da kapanmış, kitapevi olmuştu. “Hiç olmazsa kitapevi oldu. Bilardo salonu olmasından daha iyi,”diye mırıldandı. Bütün teksti ezbere biliyordu. Kendini iyice oyuna verdi. Prova yapar gibi bir gün içinde defalarca oynuyordu. Her defasında daha iyi oynadığına inanıyor ve kendi oyununa hayran kalıyordu.”Genco Erkal kadar olmasa bile iyi oyuncuyum,”diye düşündü.

”İşte tiyatro bu, ulan!” diye bağırdı.

İçinden :

“Yoksa ben de Gogol’ün kahramanı gibi yavaş yavaş kafayı sıyırıyor muyum?” diye düşündü ve güldü. “ Yok canım, daha neler.”

***

Kim kime küsmüştü? O haklıydı. Aysel, tiyatro sanatına ihanet etmişti. Tıpkı Rıza ve diğerleri gibi. Her şeyi affederdi, ama bunu asla.

Bir haftanın sonunda koridorda karşılaştıklarında Aysel ilk kez konuştu.:

“Sen” dedi, “Bu evin nasıl döndüğünün farkında mısın, yoksa sandığımdan da mı fazla salaksın?”

Güzel iki çift laf edecek sanmıştı. Ama yine makineli tüfek gibi içindekileri kusuyordu; bu sefer ağlamıyordu.

“Ben artık dayanamıyorum. Günlerdir ve hatta aylardır şu evin geçimine katkıda bulunacak tek bir gayretin yok. Seni hayal dünyandaki tiyatronla başbaşa bırakıp Aynur’a gidiyorum.”

Yarım saat içinde ufak tefek eşyalarını toplayıp, oğlanı da yanına alıp kapıyı çarparak çıktı.

Rıdvan, bir süre şaşırmış bir halde, elleri cebinde, ayakta salonun ortasında kalakaldı. Aile fertlerinden bir tek Fındık kalmıştı. O da sanki onu teselli etmek istercesine, paçasından geçirdiği dişleriyle pantalonunu çekiştirip oyuna davet ediyordu.

***

Onbeş gün Aysel’le birbirlerini aramadılar. Gogol’ün oyununu oynamaya devam ediyordu; kusursuz oynayabilecek hale gelmişti.

Bir gün o balkonda oturmuş dışarıyı seyrederken Aysel gelip birkaç parça eşyasını daha alıp gitti. Ama hiçbir şey konuşmadılar. Kapıyı çarpıp çıktıktan biraz sonra zili çaldı. Açtığında bir şey söylecek sandı. Yine bir tek söz söylemeden köpeği de alıp çıktı.

Arasıra oğlan okul çıkışı uğruyordu. Bir keresinde “Baba biz ne zaman eve geri geleceğiz?” diye sordu.

“Bilmiyorum oğlum, annene sor,” diye cevap verdi.

Aysel’in öfkesi günün birinde biter, geri döner diye düşünüyordu. Onu hiçbir zaman affetmiyecekti. Rıza’yı anlıyordu. Ama Aysel’in, hayatını, ideallerini paylaştığı bir insanın düşünceleri, söyledikleri onu yıkmıştı.


***

Yalnızlık duygusu iyice içine oturmaya başlamıştı. “Köpeği bari almasaydılar” diye hayıflandı. Kapının zili çalmıştı. “Hah” diye düşündü içinden.”İşte dayanamayıp geri döndüler.” Nazlana nazlana, ağır ağır yürüyerek kapıyı açtı. Kapıcıydı. Altın dişlerini göstererek sırıtıyordu; sanki her şeyin farkında ve bir tiyatro oyununun sonunu merak eden bir seyirci tavrı içindeydi.

“Abi, apartmanda ilaçlama yapılacak, sizin daireyi de ilaçlatacak mısınız?”

“Yok sağol, teşekkürler.”

“Sen gene de bir yengeye sor, abi. Belki o ilaçlatmak ister.”

“Yok dedim ya! İlaçlatmak istemiyoruz,” diyerek, kapıyı sertçe kapattı. “Ne ilaçlatması bir de ona verecek para mı var?” diye mırıldandı. Kapıcının son sözüne takıldı. “Yengeye sor “ lafını büyük bir olasılıkla hınzırlığından söylemişti.




***

Rıdvan, bir sabah erken kalkmıştı. Yıkanıp traş oldu. Aynadaki görüntüsü biraz endişelendirdi onu.. Zayıflamış mıydı, ne?

“Dünyanın sonu gelmedi ya, “ diye düşündü, “Beyaz camın kirletmediği yerler de vardır, elbet.”

Dışarı çıkıp ortalığı kolaçan edip, iş kovalamaya karar verdi. Aysel haklı olabilirdi; hayatlarını devam ettirebilmek için para kazanmaları lazımdı. Hem sanatlarını icra ederek, hem de onurlu bir şekilde para kazanmaları mümkün olabilirdi. Çocuk da vardı. Onun beslenmesi, eğitimi önemliydi.

Evden çıktı. Kapıdan çıkarken Madam Eleni ile karşılaştı; kadıncağız her zamanki zerafetiyle ona selam verdi.

Canı Ortaköy’e gitmek istemedi. “O zibidiler gene kahvede oturup, pinekliyorlardır,” diye düşündü. Beyoğlu’na çıktı. Konservatuvardan arkadaşı Selim aklına geldi. İçlerindeki en yeteneksiz herif oydu. Gazetede okumuştu. Büyük bir müzikal projesine başlıyorlardı; belki o bir iş falan ayarlayabilirdi.

Taksim’e yakın, yeni restore edilmiş eski büyük binalardan birini kiralamışlardı. Kapıda o yeni plazalardaki gibi elektronik güvenlik turnikeleri, dedektörlü, üst baş arayan, iriyarı, genç, yakışıklı güvenlik elemanları vardı. Ne sinir şeylerdi bütün bunlar. Çaresiz bütün aramalardan geçti. Üzerinde metal paranın ve anahtarların dışında hiçbir şey yoktu zaten. Cep telefonu kullanmıyordu. Bütün “post modern” şeylere olduğu gibi ona da karşıydı. Çağın yozlaşan değerlerinin bir simgesi gibi görüyordu cep telefonunu. Danışmada mini etekli, göğüs dekolteli, yirmili yaşlarında çok güzel bir kız vardı.

“Randevunuz var mıydı?”diye sordu kız.

“Hayır, geçerken bir uğrayıp hal hatır sormak istedim. Eski bir arkadaşıyım..”

Kız telefonla birileri ile konuştu. Selim’in sekreteri imiş. O da asistanı ile konuştu. Birazdan cevap vereceğini söyledi. Ufff. Ne biçim bir bürokrasi vardı. Wall Street’te çok uluslu bir şirket merkezine gelmişti sanki.

Aslında geri çıkıp kaçmalıydı. Ama girmişti içeri bir kere. En azından merakını giderirdi. Nihayet yukarı çıkmasına izin verdiler. Güvenlikçinin yardımıyla, danışmadan aldığı elektronik kartla diğer turnikeden geçti. Daha sonra garip, hızlı, nasıl çalıştığını tam anlayamadığı bir asansöre bindi. Eski binaya nasıl da eklemlenmişiti bu modern garip şeyler. Niye bu eski binayı seçmişlerdi ki? Maslak’taki yeni plazalar daha uygun değil miydi? “Havasından, herhalde,” diye geçirdi içinden. Sekreter, asistan barikatlarını teker teker aştı. Onu bir odaya aldılar; beklemeye başladı. Onbeş dakika kadar beklemişti. Sekreter kız geldi. Selim’in onu beklediğini haber verdi. Selim kapının önünde karşıladı. Lacivert İtalyan takım elbisesinin içinde pek bir fiyakalı idi. Gözlük takmış, sakal bırakmıştı; ağzında piposu vardı. “Bu işlerin raconu böyle herhalde?” diye düşündü.

Sarılıp, yanaklarından öptü.

“Hoş geldin Rıdvan’cığım. Hangi rüzgar attı?”

“Epeydir görüşemedik. Geçerken bir uğrayıp hatırını sorayım dedim.”

“Sağolasın.”

Çay kahve faslından sonra durumunu anlatmak için cesaretini topladı. Ne hallere gelmişti; Selim’den iş talep edecekti. Telefonlardan da konuya giremiyordu ki. Tam bir şey söyleyecekken bir telefon geliyordu. Sekreter iki de bir içeri girip bir takım evraklar getiriyordu.

“Rıdvan’cığım biz de yeni bir projeye başlıyoruz. Dev bir müzikal projesi.”

Selim’in ortak olduğu prodüksiyon şirketi yabancı ortaklı büyük bir şirketti.

“Ha, ben de onu soracaktım. Kadroyu tamamladınız mı diye?”

“Valla Rıdvan’cığım, zaman sanattan ziyade show’un ağırlıkta olduğu bir zaman. Öyle senin gibi değerli tiyatro oyuncuları değil de, ismi olan popçuları falan çıkarıyoruz. Anlarsın ya. Maalesef seyirci buna itibar ediyor. Ticari şansı olan bir prodüksiyon yaratmak için buna dikkat etmek lazım. Hiç hoş bir şey değil, ama oyunun kuralı böyle.”

“Öyle oldu galiba. “

“N’oldu, siz Aysel’le ayrıldınız mı?”

“Yoooi nerden çıktı şimdi bu?”

“Ne bileyim, öyle duydum. Sen Aysel’le ayrılmışsın; Aysel Rıza ile birlikte imiş, falan.”

“Amma iş, nerden uyduruyorlar böyle şeyleri?”

Hoppala. İşe bak herife yarasına merhem olsun diye gelmişti, kafasını bozacak neler konuşuyorlardı. Konuyu değiştirmeye çalıştı; yeni bir konu bulmalıydı. İş aramak için gelmiş durumunda da olmak istemiyordu. “Havalar da nasıl, çok sıcak değil mi?” gibilerinden genel abuk konulardan birini mi açsaydı ne? Beceremedi.

“Rıza ulusal programlardan birinde yarışma programı sunuculuğunu kapmış; astronomik transfer ücreti almış diyorlar: Köşe olmuş.”

“Bilmiyorum.”

“Bir çay daha alır mısın?”

“Yok, sağol ben kalkayım. Bir iki yere daha uğramam gerek.”

Yalana bak, aslında hiç bir işi yoktu.

“Bak seni bir yere göndereceğim. Bizim çalıştığımız “cast” ajansına. Bütün prodüksiyonlarımızla ilgili oyuncu kadrosunu onlar ayarlıyorlar. Sana bir kartımı da vereyim. Telefon da ederim, senin gideceğine dair. Bir onlarla görüş; belki bir şeyler çıkar.” Çekmecesinden bir kart çıkarıp verdi.

Yine öpüştüler. Dışarı kendisini zor attı.

Bu ziyaretinden aklında kalacak tek olumlu şey danışmadaki güzel kız olacaktı. Çıkarken dönüp “İyi günler,” dedi. Kız da, gülümseyerek “İyi günler, efendim,” diyerek karşılık verdi. Ne kadar hoş, insanın içini ferahlatan bir gülümseyişi vardı? Aslında şimdi işten de önemli olarak böyle genç ve güzel bir sevgiliye ihtiyac duyuyordu.

Niye gelmişti ki? Böyle bir şeyler olacağını zaten tahmin ediyordu. Demek Aysel ve Rıza... Herifin içten içe Aysel’e tutkusu olduğundan hep şüphelenmişti zaten. Vay alçaklar! Gerçekten böyle bir şey olabilir miydi? Vardı ki milletin diline düşmüştü. Ve onun dünyadan haberi yoktu. “Çok salağım ben, çok salak!” diye mırıldandı. Aysel’in dediği kadar vardı.

Dayanamadı Ortaköy’e indi. Herifler yine aynı kahvedeydiler. Rıza yoktu. İçlerinde bir zerre de olsa güven duyabildiği İsmet’i çekti bir kenara. İsmet, önce hıkmık etti, sonra döküldü. Selim’in söyledikleri doğruydu. Aysel, bir süredir Aynur’da değil, Rıza’nın evinde kalıyordu.

Yüzü bembeyaz olmuştu. Eyvallah falan demeden ayrıldı. Beşiktaş’a kadar yürüdü.

Vapur iskelesinin orada, parkta bir yerlere oturdu. Öylece hiçbir şey yapmadan bir saat kadar denize baktı. Aslında nereye baktığının, ne yaptığının bilincinde değildi.

“Piç kuruları, alçaklar, hainler!” diye bağırdı. Yandaki bankta oturan sevgililer şaşırıp baktılar; aldırmadı.

***

Boşanma işlemleri çok uzun sürmedi. Ne kadar da kolaylaşmıştı, artık her şey. “Şiddetli geçimsizlik” : Klasik gerekçe. Hakim kafasını bile kaldırmamıştı. Ezberlediği şeyleri zabıt memuruna yazdırdı; hemencecik bitiverdi.

Aşklar, idealler, birlikte yaşanmış anılar, acılar, mutluluklar, hepsi hikayeydi.

Mahkeme çıkışında Aysel yanına gelip yanaklarından öptü. Gözlerinden iki damla yaşın süzüldüğünü farketti. Niye ağlıyorsa? Rıza her zamanki haliyle koridorun bin ucunda sinmiş, ortalıkta gözükmeden Aysel’i bekliyordu. Görmüştü onu. Ondan tarafa doğru döndü. Bir şey söylese duymayacaktı. Duygularını ifade etmesi gerekiyordu; Rıza’ya doğru kol işareti yaptı. Rıza yılışıkça güldü. “Sen istediğini yap, ben malı götürüyorum,”der gibi bir ifadesi vardı.

***

Eve girdiğinde koridorda, mutfakta, banyoda bir sürü hamamböceğine rasladı. Apartmanda ilaçlama yapılmıştı. Diğer dairelerden kaçan, sağ kalan hamamböcekleri onun evine sığınmışlardı. Ne garip, gerçek ailesini kaybettiği gün hamamböceklerinden oluşan yeni bir ailesi olmuştu.

***

Aysel ne kadar haklıydı: Parasız da yaşanmıyordu. Cebinde beş kuruş kalmamıştı; iş bulamamıştı; para isteyebileceği kimse yoktu. Sadece bir kişi vardı: Yoksul ailesinin zar zor okuttuğu, anasının babasının hayırlı evlatları doktor ağabeyi. Yüzünü kızartıp bir miktar daha para istemeye karar verdi. Borç tabi; başka türlü hayatta olmazdı.

Ağabeyinin muayenehanesine geldiğinde hastalar içeride sıra bekliyorlardı. “Para basıyor herif,” dedi içinden. Ama hakkıydı. Konusunda Türkiye’nin sayılı doktorlarındandı. Hep iyi bir evlat olmuştu; ailenin kıymetlisiydi.

Hemşire Zeliha hastaların kayıtlarını yapıyordu. Onu görünce mutluluğunu belli eder bir şekilde güldü. Her gittiğinde cilve yapardı. Dikkatlice baktı. “Yahu, bu da hoş bir kız,”diye düşündü. Hiç bu gözle bakmamıştı kıza.

Hastalar seyreldiğinde ağabeyi odasına çağırdı.

“N’aber?”

“İyilik. Yengem, çocuklar nasıllar?”

“Hepsi iyiler.”

“Ha, biz Aysel’le boşandık.”

“İyi halt yediniz.”

“Ben istemedim, öyle gelişti.”

Uzun bir sessizlik oldu.

“Senden son kez bir miktar borç alabilir miyim? Çok kötü durumdayım.”

Ağabeyi elini cebine attı. Cüzdanından çıkardığı paraları verdi.

“Borç morç değil. Nasılsa ödeyemeyeceksin. Bir an önce bir baltaya sap ol. Rahmetli anam babam da az çekmedi senin haytalıklarından.”

Kaşıkla verip sapıyla çıkarmak diye buna denirdi. Ağzını açıp bir şey söyleyebilecek durumda değildi. Demek annesi ve babası da çok çekmişti. Ne demeliydi?

“Sağol. Ben yine de borç olarak kabul ediyorum. İnşallah bu son olur.”

Ne de olsa ağabeyiydi, sırtını sıvazladı. Ensesinden kendisine doğru çekti.

“Hadi güle güle. Kendine iyi bak,”dedi.

***

Nişantaşı’ndan Taksim’e kadar yürüdü. Hava güzeldi. Evin yolunu uzatmakla birlikte, bir alışkanlıkla Kazancı Yokuşu’ndan indi. Bu yokuştan inmek bir anmaydı onun için. O karanlık dönemde ölen binlerce insanı hatırlamak ve anmak...Sokağın tabelasına ilk defa dikkat etti. Osmanlı Sokağı yazıyordu. Eskiden de mi öyleydi, yoksa sonradan mı değiştirmişlerdi? Yokuşun başında, bir köşede İstanbul Bankası, öbür köşede Pamuk Eczanesi vardı. Sahi o banka, “sarışın, güzel kadın”ın kocasının batırdığı, devletin başına kalan ilk bankalardan biri değil miydi? Şimdi bir köşede başka bir bankanın şubesi, diğer köşede ise büyük bir kuyumcu vardı. 77 Bir Mayıs’ını hatırladı, yeniden. Taksim Anıtı’nın çevresinde öbeklenmişlerdi. Çok coşkulu bir kalabalık vardı. Ne olduysa birden silah sesleri duyulmuştu. Otobüs duraklarının yanında, yere, arnavut kaldırımlarına yatmışlardı Aysel’le birlikte. Panzerler meydana girip su sıkarak, bir kısım kalabalığı binaların cidarına yapıştırmıştı. Kalabalığın olduğu tarafa doğru koşmuşlardı. Birileri akıl edip Pamuk Eczanesi’nin vitrin camlarını kırıp içeri girmişti; yahut ta o kargaşada kalabalığın baskısı ile camlar kırılmıştı. Vitrinden atlayıp eczanenin içine girmişler, alt kata inmişlerdi.İçerisi allahtan çok büyüktü. Ne kadar da çok insanı bağrına alıp korumuştu, eczane. İnsanlar şaşkındı. Bir ara olup biteni anlamak için yukarı çıkmıştı. Zırhlı araçlar meydanda daire çizerek dönüyorlardı. Büyük bir kargaşa vardı. Eczanenin dışına çıktığında, farketti olan bitenin ciddiyetini. Yokuşun başında onlarca insan cesedi, üstüste cansız yatıyordu. Korkunç bir görüntüydü bu. Jandarma birlikleri meydanın başından ilerliyorlardı. Daha fazla kalırlarsa başları iyice derde girecekti. Aysel’i de yanına alarak yokuştan aşağı sahile kadar inmişlerdi. Akademi’nin oralarda polis panzerleri barikat kurmuştu. Akademi’nin bahçe demirlerinden geçerek binaya girmişler; bina’nın kapısından, barikatın arkasına çıkarak Eminönü’ne kadar yürümüşlerdi. O gün, o olay hiç akıldan çıkacak gibi değildi. Neler olmuştu?

***

En iyi bildiği işi yapabileceği bir ortam yoktu. Kendisini ve sanatını rezil etmeden başka işler mi tutsaydı acaba? Bir öğleden sonra küçük bir reklam ajansının sahibi bir başka arkadaşının bürosuna gitti.

“Artık her işi kabul edebilecek duruma geldim,”dedi.

Arkadaşı aslında yardımcı olmak istiyordu. Düşündü , “Bir iş var, ama sana göre değil. Olmaz,” dedi.

“Valla artık iş seçebilecek durumda değilim. Rezil olmadan yapabileceğim her işe razıyım.”

“Animatörlük gibi bir şey. Taksim’de yeni açılan yabancı bir “fast food” restoranının tanıtımıyla ilgili..”

***

Rıdvan, işi çaresiz kabul etmişti. Parası da bir halt değildi. Üç beş kuruş da olsa ihtiyacı vardı. Kullanacağı kostümü alıp eve gelmişti. Ne hallere düşmüştü. Bu bir palyaço kostümü idi; bildiğimiz palyaço kostümlerinden; rengarenk. Başına da bir maske takacaktı. Bak bu iyi idi işte. Hiç olmazsa işi yaparken onu kimse tanıyamayacaktı. Giyinip aynanın karşısına geçti. Ne komik olmuştu.

“Komiklik hayatın kendi içinde,” diye söylendi.

***

Kaç gün olmuştu bu işi yapmaya başlayalı? Eline biraz para geçmiş, rahatlamıştı. Borçlandığı mahalle esnafının sesi kesilmişti hiç olmazsa. Kendisine yeniden “Rıdvan ağabey” demeye başlamışlardı. “Sahtekarlar!”diye homurdandı.

Saatlerce ayakta dolanıp, maskaralık yapıp çocukları “fast food” restoranına çekmeye çalışıyordu. İşi buydu. Akşama kadar canı çıkıyor, bitkin düşüyordu. Hiç şikayet etmeye niyeti yoktu. Bir de şu korkunç sıcakların olduğu havada üzerindeki kalın kostümü ve maskesinin katmerleştirdiği sıkıntı olmasa.

Bazen o kadar bunalıyordu ki bayılacak gibi oluyordu; maskenin altından, yüzünden şıpır şıpır ter süzülüyordu. Maske onu bunaltıyordu, ama kimse onu tanımadan onun herkesi görebilmesi hoşuna gidiyordu; eğleniyor da sayılırdı. Arada tanıdık insanlar geçiyordu İstiklal Caddesi boyunca. Onlar onu tanımıyorlardı. Yanlarına gidip şaklabanlık yapıp, kafa buluyordu.

Bir keresinde Selim’i görmüştü. Yanında asistanı olan genç kız vardı herhalde. Tam hatırlayamamıştı. Kızla bayağı samimi bir halleri vardı. Kerata işi bitirmişti görünüşe göre. Yanından geçerken Selim’e bulaştı. Keline şaplak attı. Selim şaşırdı ama bir şey diyemedi. Palyaçonun yaptığı bir tür maskaralıktı ne de olsa. Sonra yumurta gibi çıkmış göbeğini avuçladı. İyi semirmişti herif. Yanındaki kız gülmekten yarılacak hale gelmişti. Selim kıpkırmızı olmuş, sesini çıkaramıyordu. Oh olsundu: Tiyatrocunun intikamı böyle olurdu. En son olarak da kıçına okkalı bir tekme attı. “...tir git.” anlamında. Sonra da kahkahalar atarak, zıplayarak kaçtı. Etrafta herkes durmuş onları seyrediyordu. Gülen insanların sesinden o sırada geçen tramvayın sesi bile duyulmuyordu.

***

Normal mesai günlernden birindeydi. Akşam saatlerine yakın bir zamandı. Rıdvan yine aynı maskaralıkları yaparken birden kalakaldı. Yüz metre kadar aşağıdan, Galatasaray tarafından Aysel ve Rıza yürüyerek geliyorlardı. Yanlarında da oğlu vardı. Aylardır ilk defa görüyordu onları. Önce dondu kaldı. Sonra devam etti. İyice yaklaştılar; yanına kadar geldiler. Aysel, oğluna göstererek :

“ Bak palyaço.”dedi.

Oğlan sevinçten çıldırmıştı. Koşarak yanına geldi. Hayran hayran ona bakmaya başladı. Rıdvan, bütün hünerini gösterip, onu güldürmeye çalıştı. Başarmıştı da. Oğlu kahkahalarla gülüp, zıplıyordu. Diğer çocukları bırakıp sırf ona oynuyordu. Çocuk ta kendisi de yorulmuştu. Gösterinin nihayetinde oğluna sarıldı. Aysel’le Rıza birbirlerine sarılmış onları izliyorlardı. İşleri iyi gidiyordu herhalde?

Oğluna sımsıkı sarılmış, yanaklarından öpüyordu. Oğlu kahakahalarla gülüyor, o ise maskesinin arkasında ağlıyordu.

İşte ne olduysa o sırada oldu. Çocuk bir hamlede maskesine asıldı, çekti: Çocuk değil mi işte muziplik yapmıştı. Maskesi yüzünden sıyrılmıştı. Oğlu önce şaşkınlıkla yüzüne baktı, sonra sevinçle haykırdı.:

“Anne bak. Yaşasın! Palyaço benim babammış.”

Aysel’le Rıza şaşkınlıktan donup kalmışlardı. O da donup kalmıştı. Ve yüzü kıpkırmızı olmuştu. Utancından değildi mutlaka, ama nedendi?

M. HAKKI YAZICI

KAPAKTAN KESME

Ona çocukluğundan beri hep değişik şekilde seslendiler, tıpkı birçoğumuza yapıldığı gibi. Aysel Teyze, Aysel Bacı, Ayselcik, Aysel Hala, Aysel Kadın, Ayselim, Kız Aysel, Sosyal Aysel, Aysel….

Henüz doğduğunda babası Nazmi Bey ile annesi Kamuran Hanım birbirlerine bakarak “kızımız doğdu şu yağmurlar hele bir bite artık, yeter bereketin kız” diyerek Aysel deyivermişlerdi minnacık yumuk yumuk elli, kara zeytin gözlü kızlarına. Hala akıllarda kalan 40 gün yağmurlarının üstüne güneş gibi doğmuştu minik Aysel. Tarlalarda geçen güzel bir çocukluk dönemi, köy hayatı ama hep içinde dinmek bilmeyen bir şehre gidiş, okuma tutkusu… Okul okul diyerek sonunda kapağı İstanbul’un, güzel İstanbul’un hem de tam göbeğine atmıştı. Maçka’da eski bir bina. Eski binanın içinde sürekli gülümsemesini yitirmeyen bir Aysel olmuştu. Küçükken hayalini kurduğu bir İTÜ’lü olmuştu sonunda. Sadece ismi Aysel’e orada kavuşmuştu sonunda. O güne kadar hep isminin önüne sonuna eklenen sıfatlar, zamirler kalkmış; sadece isminin Aysel halinde kalmıştı sonunda. Üniversite onda eğitimine önem vermenin yanı sıra kitap okuma, sanatla uğraşma, şehirli olma gibi özellikleri canlandırmış ama asla köy hayatının sıcaklığını yok etmemişti.

Sevgiyle tanışmış, sevgilileri olmuş ama temelinde yatan insan sıcağının özellikleri onu hep sevgiye önem veren bir kişilik sınırı içinde tutmuştu. Yıllar sonra Nazmi Bey ile Kamuran Hanım güzel kızları (zaten hep güzel olurlar anne ve babalara göre) Aysel’e bakıp bakıp birbirlerine sarılırlardı. Bu bir gururdu, bu bir mutluluktu onlar için. Ne bekleyebilirlerdi ki hayattan. Ah bir de evlenip çoluk çocuğa karışabilseydi. Bu neden böyle büyük bir beklenti halini alırdı anne baba için. Bunu Aysel de düşünür, gülümserdi zaman zaman…Onun yalnız kalacağını, evlenmeyeceğini, torunlarının olmayacağını düşünmelerine en büyük etken kızlarının sosyalleşmesiydi. Sosyalleşen kadın bunlardan uzak kalır gibi bir his vardır köy çevresinde. Oysa kadının doğasında varolan özellikler değişir miydi?

Rıdvan…Ona da hep Rıdvan dediler, sadece Rıdvan. Çevresinde pek şirinlik olmazdı ve ismi de bundan nasibini aldı, babasının takıldığı onu kızdıran laflar dışında eksiz bir ismi oldu hep. Rıdvan çocukluğundan bu yana hep zorluklar içinde büyüdü. Çok kardeştiler, kalmazdı sıra ona. Son çocuktu, her yerde son çocuklara ilgi çok olurken o ilgiden bile nasibini alamamıştı. Köyde tarlaların arasında koşuştururken görmüştü Ayselcik’i. Hep de düşünmüştü bu ne komik ama bir o kadar da şeker bir isim diye… Okul başlayıp da aynı sınıfta olunca anlamıştı aslında isminin sadece Aysel olduğunu. Küçücük bilgiç haliyle gülmüştü kendi haline, tabii ki Aysel’e söylemedi bu komikliğini…Ama ne yapsın ki televizyonda da Ömercik’i görürdü hep. Çocukluğunun kalabalıklığı içinde okulda tek başınalığı yaşamayı sevmişti. Öyle okuyup büyüsün, pilot olsun, doktor olsun gibi emelleri yoktu ama okulu bırakamazdı. Tarladan geçmişti de onu bekleyen o ağabeylerin, ablaların angaryaları yok muydu, işte o çileden çıkarırdı. İlkokulun son yıllarında abisi evlenirken düğünün bütün sandalyelerini bile o yerleştirmişti. Ya ablasının köydeki yavuklusuna habire laf taşıması, bir de habire aferin keltoş denmesi… Babasına da kızardı, saçlarını her yaz sıfıra vurdurduğu için…Yani ailenin içinde olunca her şey onun için kızgınlık demekti. Kamuran Teyze’nin okula yolladığı kapaktan kesmeleri yerken kendini sadece Aysel’in olduğu evde ikinci bir çocuk gibi düşlerdi. Aysel onun arkadaşıydı ama o Aysel’in arkadaşı olabiliyor muydu? Pek de anlayamıyordu bu düşündüğünü ama hep içinde tam oluşmamış bir arkadaşlığın özlemiyle tedirginlik duyardı. Belki de okulda herkesin bir kişiye aşık olmasından özenmişti de Aysel’i yakın görmüştü kendine. Bunu düşününce de, daha dün kendini o evde kardeş gibi görmeye karar verdiğini hatırlayıp kızardı birden, yeniden peynirli kıymalı kapaktan kesmelere dönerdi hemen. Sıcak sıcak çayla, ayranla ne de güzel gidiyordu Kamuran Teyze’nin ünlü kapaktan kesmeleri.

Okumalıydı, okuduğu sürece kurtulacaktı zorluklardan. İstemeye istemeye ezberlemişti Hayat Bilgisi dersindeki anlamadığı hayat bağlantılarını. Ve bu nedenle de hiç beklemediği bir anda kazandı parasız yatılı sınavını ve kasabaya gidiverdi. Sevindi, yok yok çok sevindi. Parasız olunca yük de olmayacaktı babasına. Ama babası yine de ona “kabak kabak kazandın ya bu sınavı” demişti, üstelik bir de bütün yaz “ha ben bunun kafasını böyle traş etmesem bunun beyni güneşten bu kadar yararlanmazdı” demesine de katlanarak geçmişti o köyden kasabaya geçişteki son yazı.

Okullar açılmadan ve köyden gitmeden son kez Kamuran Teyze çağırdığında Aysel’le vedalaşmışlar ve Aysel’in de şehirdeki okula gidişinin acısını ilk kez hissetmişti taa içinde…Neydi bu içinde hissettiği ve ona kapaktan kesmeleri bile unutturan bilmediği duygu. Yakın arkadaşı Birol ona bakıp bakıp gülümseyerek “oğlum sen Aysel’i seviyosun lan” deyişinden sonra Birol’u köyün çıkışındaki üzüm bağlarına kadar kovalamıştı.

Yıllar yılları yakalarken sadece yaz ayları birleştirdi köydeki birçok çocuğu. Bir yaz Rıdvan Aysel’i hiç görmedi, bir yıl Rıdvan Aysel’i tamamıyla unuttu. Aysel çok arada bir gördüğünde hatırladı Rıdvan’ın, o evlerindeki mahçup çocuğun, varlığını. Aysel’in aklına hep kapaktan kesme ve içi boşları Rıdvan’ın hızla bitirişi gelirdi. Birol zaten 3 sene sonra okulu bırakıp lise yerine tarlayı seçti, bir tek Rıdvan’la bağını hiç koparmadan.

Köye neşeyle giren postacının kapılarına yöneldiğini gören Rıdvan’ın babası Ahmet Bey “hayırdır hele” deyip doğrulmuştu gölgeliğinden. Bu sıcakta bir iş çıkmasındı da. O kadar çocuk dağıldıkça değişik yerlere, askerler başlayınca kutsal görevlerine öyle bir hüzün çökmüştü Koca Ahmet’in üstüne. Postacıyla hoş beş bile edemeden müjdemi isterim lafını duyunca şaşırdı. Ne ola ki…. Rıdvan, Eğitim Fakültesini kazanmış. Şimdi nasıl yani…Çocuk üniversiteye mi gidecek? Nerede peki? Birden içi cızladı Ahmet Bey’in. Yani bu ufacık adam da mı gidecek? Sevimli kabağı belki okumaz da onunla beraber kalırdı diye umutlanır olmuştu son yıllarda. Hem parasız yatılı olarak okuyup bir de üniversite kazanmıştı demek. Aferin de, işte yeni bir masraf kapısı olacaktı. Sevinsin mi, üzülsün mü, içini tanımlayamadığı bir duygu mu alsın derken postacının müjdesini çayla ıslattılar beraberce. Eline de bir kağıt tutuşturup gitmişti adamcağız o yazın alevinde. Akşam ev halkının kalanları tarladan geldiğinde bırakıverdi Rıdvan’ın önüne kağıdı. O gün ilk kez garip bir sevinç oldu Ahmet Bey ile Hayriye Hanım’ın sekiz çocuklu damlarında. Bu güzel bir şey olmalıydı. Ahmet Bey de ilk kez gurur duydu oğlunun başarısıyla, hatta çocuklarından birinin ilk kez üniversiteyi kazanmasıyla. Köyden bu sene iki çocuk kazanmıştı üniversiteyi, diğeri de Aysel’di. O da İstanbul ama mühendislik onunkisi. Havacılıkla ilgiliydi galiba, hani televizyonda meteoroloji bölümü vardı ya işte öyle… Büyük kızları gülmüş yok yok bu metalle ilgili bir bölüm Metalurji deyip karmaşayı çözmüştü ama pek gülmüşlerdi o sıcak yaz gecesinde. Hatta babalarının habire “oğlum madem Meteoroloji diye bir şey var bu iş meteorlarla ilgili bir bölüm olmalı” esprisine en çok gülen de yine babası olmuştu. Bu espri babasının yıllardır sürekli anlattığı Bektaşi öykülerinden sonra en çok konuşacağı olay haline gelmişti.

Ondan sonraki 6 sene İstanbul bu iki gence kucak açtı. Rıdvan, yıllar önce Birol’un dediği lafı yıllar sonra yeniden her ikisi de İstanbul’da bir okulu kazandığında aklına getirdi. İçinde son yıllarda kaynamaya başlayan kan bir gidip geliverdi ama gençlik ateşi bazen de çabuk söner işte. Sadece evde her işin üstüne yük olmasıyla başlayan okuma süreci onu öğretmenliğe doğru bir adım attırmıştı. Okumayı angarya işlerden kurtulmak için seçen Rıdvan bir de okumayı meslek haline getiriyordu. Kendisi bile garip buluyordu bu gelişmeleri ama işte kazanmıştı ya okulu. Yıllar sonra yeniden Kamuran Teyze’nin kapaktan kesmesinin başında oturmuşlardı Aysel’le. Bu kez bıcır bıcır konuşan iki genç. Aysel neden Metalurjiyi seçtiğini, dünyada varolan üç temel maddeden birinin maden yani metal olduğunu, diğerlerinin yün ve ağaç olduğunu ve bu işle uğraşmak istediğini gözlerindeki parıltıyla anlatırken Rıdvan metalurjinin ne demek olduğunu yeni öğrendiğinden hiç söz etmeden hayranlıkla izlemişti Aysel’i, bir de elinde olmadan marangozluk mesleği aklının ucundan geçivermişti şu diğer iki önemli maddeyi düşünerek. Yine altı sene önceki gibi kapaktan kesmeleri yemeyi unutarak üstelik…. Onun mesleğini herkes biliyordu. Öğretmen. Ne öğretmeni olacağını bilmiyordu, sadece Hayat Bilgisi öğretmenliği diye bir bölüm olmasındı da gerisi önemli değildi.

Aysel ile Rıdvan ortak yerleri olan İstanbul’dan hiç sözetmeden gittiler İstanbul’a. İstanbul ise onların kendilerinden söz etmemesine rağmen her türlü tesadüfü gerçekleştirmek için çaba gösterdi önlerindeki altı sene boyunca. Rıdvan Aysel’i bazen gördü bir sinema kapısında, bazen rastlaştılar otogarda bilet kuyruğunda bayram öncelerinde. Bir kez gelebildiler beraberce köye. O da üçüncü seneleriydi şehirde. Sonra son sınıfta paralı eğitime son yürüyüşünde karşılaşmışlar, olaylar gelişip te kaçmaları gerektiğinde birbirlerini kaybetmişlerdi, zaten Aysel’in yanında o pipo içen entel de vardı nasılsa bir şey olmazdı. Niye kızmıştı ki Aysel’e , onu da bilmeden düşüne düşüne yürümüştü yurda kadar. Özellikle son sene kendini iyice derslere verdi Rıdvan. Öğretmen olacaktı ama bilinçli bir öğretmen olacaktı. Bu nedenle çıkmaz oldu kütüphaneden. Sosyal psikoloji dalına merak saldı ve okulu bitirirken bir üst dalda devam etme kararı aldı. Tek bir farkla sürdürdü üniversite yaşantısını. O da dershanede, üstelik hiç istemediği idealleriyle çakışmayan dershanede öğretmenliğe başlayarak. Yükseği bitirirken kafasına koymuştu Rıdvan. Ne yapıp ne edip kendi köyünde bir dönem öğretmenlik yapacaktı, iş ki tayini çıksın. Ama olmadı. Önce Trabzon’un Of’u, ardından Sarıkamış sonra İskenderun. 5 sene içinde 3 yeni kent.

Aysel okul biter bitmez iş hayatına atıldı. Metalurji gibi sıcak bir bölümde olmak kolay değildi. Karabük’te kaldı iki yıl. Özel sektöre geçti sonra. İstanbul’da paralı cahil patron firmasında canına tak dedi, çıkarıverdi baretini yüksek fırının yakınında. Ve bir gün hiç unutamadığı sıcak bir yaz günü sınıf arkadaşı Burak’ın da işe başladığı yeni bir özel firmaya başvurusu kabul edildi. Metalurjicilere sıcak pek dokunmaz, bu nedenle yerin pek önemi yoktur onlar hep sıcak çeliklerin arasındadır. Yeni görev yeri güneyin Paris’i İskenderun. Çok gülmüştü bu lafa. Niye Paris deriz ki birazcık gelişmiş her yere. Paris’te haddane mi var, humus mu yaparlar, künefe mi yenir? Ah Fransız hayrancılığı ah…Sınıf arkadaşları Aysel’in İstanbul’dan ayrılışına kısa süreli bir ayrılık diye bakmışlardı. Yıllardır bildikleri Sosyal Aysel yapamazdı İskenderun’da. Yapabilse Karabük’te kalırdı. Yeni bir macera diye baksalar da, hepsinin kendi hayatının değişimleri içinde kaynayıp gitti Aysel’in bu yeni göçü.

Aysel ve Rıdvan okulları bittikten altı sene dört ay sonra bir akşamüstü ünlü Harbiye’de suların şırıltısı eşliğinde; tavuk, meze, rakı sofrasında komşu oldular. Hiç beklenmedik ve bir o kadar da şaşırtıcı ama gerekli bir rastlantıydı bu. Rıdvan köyüne dönme hayallerinde, Aysel sıkılmaya başladığı sadece iş çevresi dışında yeni insanlar tanıma isteğindeydi. İlk kez rakı eşlik etti onların birçok şeyine. Arkadaşlıklarına, hemşehriliklerine, altını pek de eşelemedikleri uzun dostluklarına, tiyatro zevklerine…Ama ne olursa olsun can arkadaş gibi sarılmıştı Aysel Rıdvan’a. Rıdvan o eski Rıdvan değildi artık. Öğretmenlik yakışmıştı, hakkını veriyordu öğretmenliğin. En azından Aysel bunu hemen hissetmişti. Rıdvan ise erkek masasında çatır çatır teknik konuları tartışan Aysel’e hayranlıkla bakmıştı. Severdi dobra kızları, inanırdı eşitliğe ama karşısına hep evlilik hayalleri kuran çıtkırıldımlar çıkmıştı. O, kadını köyde tarlada çalışan olarak tanımıştı, gücüne, kararlarına saygı duymuştu kadınların, köylü hallerini beğenmişti. Çıplak ve yalın ama kadın gibi kadın derdi hep. Bu nedenle hep köylülükle de suçlanmıştı bazı arkadaşlarınca.

Birçok gece o gece gibi aynı masada geçti. İskenderun onlar için yeniden başlamıştı. Haftada bir buluşurlar, eskiyi, dünü, yarını paylaşırlardı. Eski aşklar gelir geçerdi de, Rıdvan bazen suskunlaşsa da, çabuk toparlardı. Merak ediyordu Aysel’in neden yalnız olduğunu. Bir gün pattadanak soruvermişti, neden sevgilisi yoktu. Olmalı mı diye soruya soruyla cevap vermişti Aysel. Sonra garip bir güç gelmişti Rıdvan’a yine bir rakı sofrasında. Aşkı anlatmıştı kendince. Aşkın masumluluğunu, suskunluğunu, sevincini, üzüntüsünü, gözyaşını. Aysel günler sonra bir gece yarısı evinden hızla çıkıp giderken anlamıştı o Rıdvan’ın aşkının masumluluğunda, suskunluğunda, sevincinde, üzüntüsünde, gözyaşında kendisinin saklı olduğunu. Fazla söz olmadan, birbirlerine doya doya, birbirlerini sevmelerini severek, koklayarak, aşkı büyüterek beraber oldular bir haftasonu. Küçüklüklerini düşünerek yürüdüler elele sokaklarda. Orhan Veli’yi okuyarak içtiler rakılarını.

Köye bir mektup geldi bir sonbahar akşamı. Nazmi Bey mektubu açarken Kamuran Hanım merakla bekliyordu yanıbaşında.
-Ne demiş ne demiş, hadi oku.
-Dur be kadın, amma sabırsızsın, okuyacağım patlama.

Nazmi Bey mektubu açtı, şöyle bir kendini geri çekerek okuma konumuna geldi. Gözlerini oğuşturdu, anlamaz anlamaz bir daha baktı.
-Hadi okusana Nazmi, ne yazıyor?

Nazmi Bey Kamuran Hanım’a şöyle bir gözlerini devirerek şaşkın şaşkın yeniden baktı;

“Anne Rıdvan’la bana kapaktan kesme gönderir misin? Sevgiler, Ayselcik”

Aynı saatler İskenderun’da bir okulda, eski sıralarda üçer üçer oturan ilkokul birinci sınıf öğrencileri hep bir ağızdan öğretmenlerinin tahtaya yazdığı cümleyi bölük börçük okumaya çalışıyorlardı.

“Rıd-van Ay-sel’i se-vi-yor….”

CEM SARVAN

Pazartesi, Şubat 14, 2005

PETUNYA

O petunya ne yapıyordur ki şimdi acaba? Ona petunya diyorsam o bir petunya olduğu için değil; adını bilmiyorum, bir petunya neye benzer onu da bilmiyorum. Yalnızca bir çiçek türü olduğunu biliyorum. Ötesini araştırmadım ve araştırmayacağım da. Onun adını Aysel koymuştu. Bir yerlerde duymuş ve nasılsa aklında kalmış bir çiçek adı işte. “Petunya, petunya,” deyip durdu onu severken. Ben de sormadım; öyleyse öyledir.

Kentin dışında oturmayı istemişti Aysel. Parasız yatılı kız okulu, üniversite derken köyünden çok ayrı kalmıştı ve şimdi artık evliydik, işimiz gücümüz vardı ve son kez üçüzlerimizin doğumundan altı yedi ay önce yani neredeyse beş buçuk sene önce gidebilmiştik onun doğunun kuş uçmaz kervan geçmez yerlerinden birindeki köyüne. Köyün insanları harikaydı, havası suyu çok güzeldi ama çok uzaktı çok. Üstelik iki ağabeyi ile eşleri ve çocuklarından başka kimseler de kalmamıştı geriye ailesinden. Benim köyüme gitmek için benim bir nedenim kalmamıştı fakat onun köyü hep Aysel’in burnunda tütüyordu. Hep öyle söylüyordu ama benim, “Bu yaz gidelim öyleyse,” dememe karşın yaz gelip de evimizden anayola giden yolun iki yanında göz alabildiğine uzanan boş toprak yeşillenip çiçeklerle bezenince unutuveriyordu köyünü. Tam olarak unutmuyordu aslında, “Aynı bizim oralar gibi,” deyip duruyordu. Benim de işime geliyordu doğrusu. Köy çok uzaktı çok...

Birkaç yıl önceydi galiba. İlkbahardı. Üçüzlere bakan yaşlı teyze geldikten sonra arabamıza bindik ve işlerimize gitmek için yola koyulduk. Teyze geç gelmişti ve ikimiz de işe geç kalacaktık büyük olasılıkla. Aysel, “Arabayı ben kullanacağım, sen şimdi çok yavaş sürersin,” dedi ve anahtarı kaptığı gibi direksiyona geçti. Ben zar zor kendimi arabanın içine atarken bastı gaza. Lastikleri öttüre öttüre fırladık. Son gaz gidiyorduk. Kaza yapacakmışız gibi bir iki durumu ustalıkla geçiştirmeyi başardı. Sesimi çıkarmadım. Onu seyretmeye koyuldum. Öylesine güzel, öylesine güçlü görünüyordu ki. Sarı saçları arabanın engebeli toprak yoldaki salınımıyla özdeş bir şekilde salınıp biçimli yüzünün, ele gözlerinin üzerine döküldükçe zarif bir baş hareketiyle onları geriye atıvermesi kanımı kaynatıyordu. İncecikti. Kimse kolayca inanamazdı onun bir batında biri kız, üç tane topaç gibi çocuğu karnında taşıyıp doğurduğuna. Bir kez bile sızlanmamıştı tüm hamileliği boyunca. Yalnızca hep bir yolunu bulur, her ne yapıyorsam yapıyor olayım bir şekilde kendini bedenimin şekline uydurarak sokulur ve her türlü nazı, arsızlığı yaparak kendini sevdirip okşatırdı, o kadar. Yazılarıma ara vermek zorunda olduğumda birazcık söylensem de bundan yakındığımı söyleyemem. Ona sarılmak, onu koklayıp içime çekmek bugün de içimde sevinç uyandıran bir şey ve dilerim hep öyle olacak.

Son hızla gidiyorduk ama birden, “Aman tanrım, ne güzel çiçekler!” diyerek yolun kenarında kaykılarak duruverdi ve arabadan indi. Pembe elbisesinin eteklerini savurarak yolun kenarında göz alabildiğince uzanan çiçeklere doğru koştu. Ben de indim. O ve çiçekler... Bir bahar ayini için gerekli olan her şey bir aradaydı. İşe geç kalıyorduk ama söylemenin bir yararı olmayacaktı. Öğle yemeğine çıkmaz, biraz daha fazla çalışırdım olur biterdi. Aysel ise işi çoktan unutmuş görünüyordu. Yeşil çimenlerin üzerine oturdu ve hemen en baştaki, çevredeki binlerce çiçeğin arasında uzun boyuyla hepsinden farklı duran bir çiçekle konuşmaya başladı. Yanına gidip ona sarılarak oturdum. Oradan kalktığımızda en çok sevdiğini söylediği elbisesinin üzerindeki çimen lekeleri umurunda bile olmayacaktı.

“Petunya,” dedi, “Merhaba canım, sen buralara nerelerden geldin? Yalnız mısın? Hiç arkadaşın yok mu senin burada?”

Petunya ona hiç de yalnız olmadığını, oradaki çiçeklerin bazıları aynı türden olsa bile hepsinin farklı farklı olduğunu ama bunun hiçbir önemi olmadığını söylemiş. Daha pek çok şey konuştu çiçekle. Bana da anlattı, güldük, kahkahalar attık. Aysel’in söylediğine göre petunya da gülüyormuş. Duymuş. Bütün çiçekler konuşurmuş, gülermiş, kahkahalar atarmış. Hele onun köyünün çiçekleri öyle gevezeymiş ki anlatamazmış.

“Peki çiçekler hiç üzülmez mi?” diye soracak oldum.

“Elbette üzülür ama üzenlerin başına ne işler gelir, biliyorum. Şimdi bundan söz etmek istemiyorum,” deyip yine petunyasıyla konuşmaya ve duyduklarını bana anlatmaya devam etti.

Söylediklerinin çoğuna yalnızca, “Yaa...” diyebildim; ancak içime her an akmaya devam eden mutluluğu ve sevinci bozmak istemediğimden yapıyordum bunu. Gerçekten de onun petunyayla sohbeti bir bahar ayininden farksızdı. Kulaklarımda çınlayan müzik yoldan geçen arabaların seslerini bile bastırıyordu. Aysel’im ve petunya ve diğer kır çiçeklerinden oluşan göz alabildiğine uzanan görsel bir senfoni ve yüreğimin derinlerinde tempo tutan sevinç ve coşku...

Aysel sonunda petunyaya ve diğer çiçeklere, “Hoşça kalın,” diyebilip de oradan ayrılıp iş yerlerimize doğru son sürat yola koyulduğumuzda, o yine saçlarını savura savura arabayı kullanırken büyük bir hayranlıkla onu seyrediyordum. Ne büyük değişiklik yapmıştı kendinde anne olduktan sonra. Oysa eskiden ne kadar hırçın ve telaşlı biriydi. Pembe kıyafetine bulaşmış çim lekeleri herkesin çok şık olduğu iş yerine giderken bile umurunda değildi. Bu değişikliğe duyduğum hayranlığı dile getirdim. Sağ elini uzattı ve gözlerini yoldan ayırmadan sıkıca elimi tuttu.

“Senin sayende oldu bu,” dedi. “Eskiden senin kaygısız ve rahat tavırların... beni rıddırtırdı,” dedi ve kahkayı bastık.

“Çıldırtırdı,” demek istiyordu. “Rıddırmak,” benim adımdan türettiği bir sözcüktü. Yeni evlendiğimiz sıralarda ben işimi daha yeni kurmuş ve endişesiz bir tavırla çalışıyordum. Bazı sıkıntılarımız oluyordu elbette ancak ben hep “Hallederiz merak etme canım,” deyip onunla geçirdiğim zamanları elimden geldiğince uzatmaya çalışıyordum. O zamanlar çok sabırsızdı Aysel. Kızardı, öfkelenir, kedi gibi tırnaklarını çıkarır ve söylenirdi.

“Bir gün beni rıddırtacaksın! Bak senin yüzünden rıddırıp gideceğim buralardan!” Sarılırdım ona, saçlarını okşar öperdim, “Her şey çok güzel olacak güven bana,” derdim, yumuşayıp erirdi kollarımda ve sabahlara kadar sevgi sözcükleri fısıldardık birbirimizin kulaklarına. Sanırım kent dışındaki çok istediği evi almaya söz verip de kısa sürede başardığımda vermişti değişme kararını ve bir daha onu endişe ederken veya söylenirken hiç görmedim. Kendi işinde çok başarılı olması da bunda etken oldu sanıyorum. Çocukluğunda çektiği sıkıntıları düşününce onun o eski korku ve endişelerine hak vermemek elde değildi aslında. Onu üniversitede tanımıştım ve hep yarını için endişe duyan bir insan olarak betimlemiş ve endişelerini gidermek için yardımcı olabilmek umuduyla onunla ilgilenmeye başlamıştım. Hiç de gösterişli olmayan giysilerine karşın olağanüstü güzel ve çekici bir kız olmasının da bunda katkısı olduğunu itiraf etmezsem olmaz. Onu bana çeken ise sonradan ilişkimiz ilerledikçe onun endişe ve korkularının depreşmesine neden olan endişe ve korkularıydı. Ben ise onu tüm korkularıyla, endişeleriyle ve kararsızlıklarıyla çok seviyordum. Evlenmeye ikna etmem hayli zor olmuştu çünkü gerçekten de alacağımız diplomalar dışında hiçbir gelecek garantimiz yok gibi görünüyordu. Ben ise rahmetli babamdan kalan küçük tarlayı satıp küçük de olsa bir iş kurabileceğime ve her şeyi yoluna koyabileceğime inanıyordum. “Yeter ki birbirimi hep sevelim,” diyordum. “ Para, maddi şeyler önemsiz değil ama en önemli şeyler değil. Asıl zor olan senin içtenlikle sevdiğin ve seni içtenlikle seven birini bulmak,” diyordum. Babam da annem de öyle söylerlerdi hep. Ama Aysel doğru düzgün bir aile yuvası görmemiş ki hiç.


Petunya, diğer kır çiçeklerinin aksine neredeyse güz ortalarına kadar yaşadı. Onu ilk gördüğümüz gün de olduğu gibi pek çok kez işe geç kaldık. Durduk ve Aysel’le birlikte onu sevdik. Hafta sonlarında çocukları da oraya götürüyorduk ve tarifsiz mutluluklar yaşıyorduk. Kış gelince de hep birlikte özlemle baharı ve onun gelişini gözlüyorduk; hep aynı yerde.

Şimdi her yer kar altında ve petunya yine yok. Toprağın altında saklanmış olduğunu sanıyorum ancak orada mı diye toprağı eşeleyip bakmak aklıma geldiyse de bundan hemen vazgeçtim. Belki ona bir zarar verebilirdim. Her şeyi olduğu gibi kabul etmenin gerekli olduğuna inanıyorum. Ben çocukken babam tarlayı sürüp ektikten sonra öylece beklerdi bahara kadar. Karlar yağardı; korkunç soğuklar, sağanak yağmurlar olurdu ve ben hep merak ederdim küçücük aklımla; ya ürün alamazsak? Aç kalacağız diye değil tabii. Çok küçüktüm, ya dört, ya beş; bunu düşünebildiğimi sanmıyorum. Tarlamız ekinler boy verdiğinde yemyeşil bir halı gibi öylesine güzel olurdu ki. Ve ben küçücük olmama karşın babam, annem ve ablalarımla birlikte tarlada çalışmaktan büyük mutluluk duyardım. Bundan yine mahrum kalırsam diye korkardım.

Bir defasında korkunç bir kış olmuş ve tüm tarlaları sel basmıştı. Neredeyse evimiz bile yıkılacaktı. Evimizi ve ahırımızı dedemin ve babamın çevreye diktiği çeşitli meyve ağaçları kurtarmıştı ama o yaz hiç ekin olmadı. Sel suları günler sonra çekildiğinde geriye selin getirdiği taş toprak ve çerçöpün korkunç manzarasından başka hiçbir şey kalmamıştı evlerin çevresinde ve tarlaların üstünde. Yalnızca ben ağlamıştım galiba. Babam, annem ve ablalarımın ellerini göğe kaldırıp, “Buna da şükür,” dediklerini anımsıyorum. Ben böyle endişelendiğim zamanlarda babam başımı okşayıp gülerdi ve her defasında şöyle bir şeyler derdi, “Evimizin önünden tarlamıza giden patikayı bilin değil mi oğlum? Hayat işte öyle uzun ince bir yoldur. Ne gelirse bahtına. Kar da olur, sel de yağmur da... Bize düşen çalışmak ve umudu hiç bırakmamaktır.”

Daha ne çok şey öğrenmiştim ondan. Annemin, ablalarımın hakkını yemeyeyim, hepsinden de çok şeyler öğrenmiştim yaşam hakkında. Yaşadığım onca hastalığa ve Reyhan ablam dışında hepsini birer birer kaybetmiş olmama karşın iyimser bir insan olabildiysem onların sayesindedir. Bana yaşamın en karanlık ve zorlu günleri karşısında bile umudumu yitirmeden dingin kalabilmeyi ve karanlıkların içindeki ışığı görebilmeyi onlar öğrettiler. “Hepsi senin yüreğindedir,” derdi annem. Ah, bir de ara sıra bunu unutmasam!

Çocuklara bakan yaşlı teyzenin iyice yaşlanması ve sabahları geliş saatlerindeki düzensizlik nedeniyle Aysel o güz başında çok istediği müdürlüğe atanmasına karşın kışın sonuna doğru aniden karar verip işten ayrıldı. Çocuklara bakacaktı ve baharda onları canı istediği kadar petunyanın olduğu yere götürebilecekti. Birikmiş paramızla küçük bir araba daha almak zorundaydık. Çok paramız yoktu ve benim küçük işimi büyütüp daha çok çalışarak daha çok kazanmam gerekecekti. Aysel ve çocuklarım mutlu olduğu sürece hiçbir sorun yoktu. Ülkenin ekonomik durumu hiç iyi değildi ama başaracağıma kesinlikle inanıyordum. Ailem için yapamayacağım, başaramayacağım hiçbir şey yoktu. Üstelik akşamları eve geldiğimde hep birden beni karşılayışları, kucağıma atlayışları yok muydu? Yemekten sonra dördü birden, nasıl yapar, nasıl ederler hiç anlamadığım bir şekilde bedenimin kıvrımlarına sokulup, sarmaş dolaş kucak kucağa oturuşumuz, kahkahalar atarak yerlerde yuvarlanışımız yok muydu? Aysel’in ışık saçan yüreği çocukların yüreğini de aydınlatmıştı ve hiç bitmeyecekmiş gibi görünen inanılmaz bir mutluluk tablosu çiziyorduk. Petunyanın sihri miydi yoksa bu? Gece olup da yatağımıza çekildiğimizde petunyam diye seviyordum çiçeğimi.

Bu kadar mutluluğun üzerine kötü şeyler bekler pek çok kişi. Ben buna inanmıyorum. Yüreğime olumsuz duyguların, korku ve endişelerin akmasına asla izin vermemem gerektiğine inanıyorum. Petunya ile tanışalı dört yıl dolmak üzereydi ve her şey harikaydı. İşlerim oldukça iyi gidiyordu. Çocuklarım büyüyordu. Ve sevgili karım hiç büyümüyordu. Hep aynı, neşeli, coşkulu, kararlı, umutlu, dirençli ve kedi gibi yumuşacık. Petunyam benim.

İşe yalnız gidip geliyordum artık. Yolda Aysel’in selamını iletmek için kısaca duruyordum her sabah. Bir gün içimden bir ses durmamı ve gidip petunyanın yanında oturup aynı Aysel’in yaptığı gibi onunla konuşmamı söyledi. Durdum ve elbisemin leke olmasına aldırmadan petunyanın yanına oturdum. Kafamda pek çok soru vardı. Petunya gerçekten konuşuyor muydu? Hepsi Aysel’in sevgi dolu yüreğinin yansımaları değil miydi? İyice yaklaştım ve onu dikkatlice incelemeye başladım. Güçlü, damarlı ve taptaze görünüşlü yapraklar ve tepede bir tane çiçek. Sarı, lacivert, pembe, kırmızı, beyaz, her ne renk isterseniz var. Işıl ışıl bir çiçek. Aynı Aysel. Birden fark ettim ki oraya her gidişimizde ben Aysel’e bakmaktan petunyaya hiç de dikkatli bakmamışım.

Çekine çekine, “Senin adın gerçekten petunya mı?” diye sordum. Beni yanıtladığında şaşkınlıktan küçük dilimi yutacaktım.

“Ne fark eder ki? Sen ne dersen de, ben sadece bir çiçeğim. Kendime bir ad vermiş değilim. Senin dünyanın en güzel yürekli insanlarından biri olduğuna inandığım eşin Aysel bana petunya dedi ve bu benim için hiç sorun olmadı. Başkası gelip başka bir isim verse, aynı sevgiyi esirgemediği takdirde onu da kabul ederim. Senin adının Rıdvan oluşunun da bence hiç önemi yok.”

Doğru söylüyordu. Bazen komşu iş yerlerinden birinden yaşlı bir adam beni ziyaret ederdi ve çok güzel, sevgi dolu sohbetler ederdik. Adımı hiç öğrenemezdi. Türlü isimlerle seslenirdi bana ama hiç önemsemez ve doğrusunu öğretmeye de çalışmazdım. O kısa sohbetlerde yüreklerimiz bir olurdu ya, gerisinin önemi yoktu. Babam da öyle söylemez miydi. Bazen ablamın adıyla, “Elvan,” diye seslenirdi beni çağırırken ve ben de giderdim. Ona adımı yanlış söylediğini hatırlattığımda, “Doğru ama sen yine de yüreğimden seni çağırdığımı yüreğinle anladın,” derdi.

Birkaç sorum daha vardı, “Sen neden hep buradasın?” diye sordum petunyaya ama sorumu da beğenmedim aslında.

“Bir nedeni vardır elbette ama bunu ben bile merak etmiyorum. Yalnızca ve güzel bir yapım ve hoş bir kokum olduğunu biliyorum ve insanların beni görünce sevinip mutlu olduklarını biliyorum ve bu da bana yetiyor ve mutlu ediyor. Aysel’i tanıdıktan sonra çok daha iyi bir nedenim oldu hep burada olmak için. Üstelik bak daha ne çok çiçek var burada, hiç yalnız kalmıyorum.”

“Sen onlardan çok farklısın ama...”

“Olsun, insanlar da öyle değil mi? Tek farkla ki biz hep birbirimizin mutluluğunu dileriz, güneşimizi, yağmurumuzu paylaşırız. Aramızda sevgi dolu sözcüklerle fısıldaşır ve zor durumda olanlara dostluk elini uzatıp cesaret vermeye çalışırız, bir gün daha yaşayabilsin diye çünkü bizler için bu büyük bir mutluluktur. Varlığımızı ancak böyle sürdürebilir ve kendimizi ancak böyle geliştirebiliriz.” Aynı babam gibi konuştuğunu söyledim ona.

İkimizin de nedenleri aynıydı. Mutlu olmak ve mutlu etmek. Çok mutlu bir insan olduğumu düşündüm. Yüreğim sevinç ve şükranla doldu yeniden. Ona sevgiyle, “Yarına kadar hoşça kal,” dedim. İşe gitmekten vazgeçtim. Arabamın yönünü çevirdim ve son hızla evime, Aysel’imin ve çocuklarımın yanına döndüm.

KEMAL TARIM

Pazar, Şubat 13, 2005

Adınla Yaşa
Bakalım anlatmayı becerebilecek miyim? Nurgül’ün Sel-Van’ı beni komik bir anıya götürüverdi. Konunun kahramanlarından biri yıllar önce çalıştığım bir yerde bana bağlı olarak çalışan çok zeki bir genç adamdı.
Bu genç adam daha doğmadan, Astsubay olan babası Ferruh kıvranmaya başlamış; doğacak çocuğun adı ne olacak? Kurutmuş olmalı tüm adları ki hiçbirini beğenmemiş. Bir de oğlan doğunca, “Aynı bana benziyor” deyip bir coşmuş ki sormayın. İyi ama adı ne olacak? Almış eline kendi adını; öyle evirilip çevrilecek yanı da yok, gözünü kırpmadan kıymış çocuğa.
Çocuğun adını Ruhfer koymuş. Karısı ve başkaları önünü almak istediyse de kimse mani olamamış ev gidip yazdırmış. Çocuk henüz ileride yaşayacağı eziyetlerle tanışmadan bir de kız kardeşi olmuş ve Ferruh Bey yine işi ele almış; bakmış kendi adından bir şey çıkmıyor, gözünü loğusa yatağındaki sevgili karısına dikmiş. Aklı sıra onu mutlu edecek. İyi de karısının adı Mübeccel. Evirmiş çevirmiş bir şey çıkartamamış. Ve kendi adını katsa nasıl olur diye düşünmeye başlamış. Fermü, Müfer, Ruhmü, Ruhmübe, Fermübe, Müberuh, Ferbeccel filan derken tüm kombinasyonları denemiş ve kızın hayatını karartacak kararını vermiş ve de kararını pek bir beğenmiş ki kimse onu yolundan çevirememiş.
Minik kızın adını Ruhcel koymuş ve nüfus memuru da itiraz ettiyse bile yolunu bulup yazdırmış.
Bu çocuklar yıllar boyunca okullarında, arkadaşları arasında ve daha sonra çalışma yaşamlarında bu isimlerinden çok çekmişler ama babaları hala hayatta olduğu için değiştirmeyi de göze alamamışlar.
Ben Ruhfer’i tanıdığımda kendini bana soyadı ile tanıttı ve asıl adının Ruhfer olduğunu aynı gün dosyasını incelediğimde fark edip sordum ve bana bu durumu o anlattı. Kız kardeşinin durumunu da.
Ruhcel’in ağabeyi Ruhfer gibi yaparak tuhaf durumlarda kendini kurtarma şansı da hiç olmamış. Nasıl olsun? Ağabeyi soyadlarını ilk ad olarak kullanıyor ve kızcağızın bunu yapması olanaksız. Neden mi?
Soyadları Cengiz.

KEMAL TARIM

Cumartesi, Şubat 12, 2005

AYSEL İLE RIDVAN


Oglunun isigi açmasiyla birden kendine geldi Aysel. Aslinda buna kendine gelmek te denemezdi pek. Hani çözülmeye başladı demek daha doğru bir terimdi. Ne kadar zaman oylece kalmıştı hiç farkında değildi ama Rıdvan onu bırakıp gittiğinde aydınlıktı ,onu hatırlıyordu sadece. Önce yureğindeki yarayı hissetti acıyla. Hani romanlarda okurdu, kalbine bıçak saplanmış gibi oldu diye. Böyle bir hismiş demek ki diye düşündü ve sonra neler düşündüğüne kendi de şaştı. Kendini topladı. Oğlunun şaşkınlığını geçirmeye ve bir şey yokmuş gibi davranmaya çalıştı. Bunu kısmen başardı da, kendine hakim olması en büyük meziyetlerinden biri değil miydi. Burak’ın her zaman kızdığı huyu bugün işine yaramıştı, 15 yaşın verdiği bencillik sonucu kendine odaklanıp etrafı umursamamak. Ona çabucak yiyecek bir şeyler hazırladı ve sert bir kadeh içki hazırlayıp odasına çekildi.
Şimdi paniğe kapılmadan sakince düşünmeliydi olanı biteni. Bir çözüm olmalıydı bir yerde. Ama içten içe çözümü çok önceleri yitirdiğini de biliyordu. 17 yıl önceye gitti, hani Rıdvan ile ilk tanıştıkları günlere. Doğrusu başta gözüne çarpmamıştı Rıdvan, o neşeli gurubun içindeki çekingen halleri ve taşralı giyinişiyle. Sonra yavaş yavaş kendine ilgisini fark etmişti. Hiç tipim değil diye düşünmüştü, karizması yok bir kere. Ama yine de ilgilenilmek hoştu, hele böyle kararlı ve uzun süreliyse. Rıdvan’ın sezgilerinin gücü ve sabrı hep şaşırtmıştı onu. Aslında baba Bedrettin Bey’i tanıyınca daha iyi anlamıştı Rıdvan’ın kişiliğinin hangi hamurla yoğurulduğunu. Doğma büyüme İstanbul’lu olmanın verdiği alışkanlıkla içten içe küçümserdi taşralıları. Ama Bedrettin Bey ile geçirdiği ilk günün sonunda Anadolu kültürü diye bahsedilenin , toprak adamı sözünün hiç te boş şeyler olmadığını görmüştü. Alçakgönüllük ve hoşgörü örneğiydi. Bir de en basit sözlerle en karmaşık konulara çözüm bulması hayran bırakmıştı Aysel’i o yıllarda. Daha önce dağarcığında sadece bir sözcük olan Bektaşi dedesi, ete kemiğe bürünmüştü Bedrettin Bey ile.
Rıdvan’a söz etmişmiydi bu hayranlığından, maalesef hayır. Nedense onların ilişkisinde karşı tarafa güzel sözler söyleyen hep Rıdvan’dı. Aysel hep kabul eden görünümündeydi. Bu durumu çok normal görüyordu Aysel. Nasıl düşünemedim onun da sevildiğini, takdir edildiğini duymaya ihtiyacı olduğunu diye kendine şaştı. Rıdvan onun aklını, güzelliğini, becerikliliğini övdükçe nasıl hoşuna gittiğini bilmiyor muydu. Halbuki Rıdvan kısa zamanda vazgeçilmez olmuştu hayatında. Onsuz bir yaşam düşünülemezdi. İlk bakışta göze çarpmamasına rağmen bakışlarındaki o sıcaklık kendini en kötü hissettiği zamanlarda içini ısıtmıştı Aysel’in. Artık olmayacak diye düşündü ve buz kesti. Ne yapacaktı? Para yönünden sorunu yoktu zaten Rıdvan da onların her ihtiyacını görecekti, söz vermişti. Ama ya içinde hissettiği boşluk, o ne olacaktı?
İçindeki suçluluk yavaş yavaş kızgınlığa dönüşmeye başladı. Neden söylememişti ihtiyaçlarını, hissettiklerini ona. Bu haksızlık değilmiydi yıllarca bir güven çemberi ve pembe bulutlar içinde yaşattıktan sonra birden betonun üzerine atıvermesi onu. Fark etmediyse bu sadece onun suçu muydu, o da fark ettirmek zorunda değil miydi? Şimdiye kadar hiç kıskandırmamıştı onu. Onun yanında başkasına baktığına hiç şahit olmamıştı ki. Peki nasıl oldu diye düşündü? Onu anlatırken Rıdvan’ın bakışlarındaki değişikliği hatırladı ve bu sefer de yüreği dağlanmış gibi hissetti. Nerdeyse içinden çıkan dumanları gördü gözlerinin önünde. Yapamam demişti artık ondan uzakta yaşayamam, size de bir faydam olmaz çünkü onun yanında yaşadığımı hissediyorum. İşte o zaman anlamıştı son zamanlardaki değişimin nedenini. O uyumlu, sakin, sessiz Rıdvan’ın sinirli, kavgacı içi içine sığmaz biri oluşunun sebebini. İş sorunları diye düşünmüştü, zaten son zamanlarda işten eve bir türlü gelemiyordu ve işlerin çokluğundan şikayet ediyordu. Ne safmışım diye düşündü ama Rıdvan yalan söylemezdi ki hiç.
İçkinin tesiri yavaş yavaş görülmeye başlamıştı, şimdiye kadar hep kutlamak için içmişti, ilk defa acısını hafifletmesini bekliyordu . Yavaş yavaş uykuya geçerken içinde pişmanlık ve kızgınlık sert bir savaş sürdürüyordu. Sabah uyandığında hangisi galip gelecekti acaba?

YASEMİN CİVELEKOĞLU

Cuma, Şubat 11, 2005

AYSEL, RIDVAN, RENAULT STATION VE BEN

(Eleştiriye uygun olarak François Truffault’nun “Kadınları Seven Adam” filminden ve öyküde adı geçen Veysel’den esinlenerek yazılmış tamamen kurmaca bir öyküdür).

Toplantımıza gitmek üzere hazırlanmaya başlamıştım ki Hakkı Yazıcı aradı ve kar nedeniyle toplantının iptal edildiğini haber verme inceliğini gösterdi. Düş kırıklığı içinde, şimdi ne yapsam diye düşünerek pencereden dışarısını seyrediyordum. Çirkinlikleri örten bembeyaz kar, dalları üzerinde kar biriken ağaçların görüntüsü, neş’e içinde kartopu oynayan çocuklar, kayıp düşmemek için yavaş ve korkarak yürüyen yaşlılara bakarken daldım ve yıllar önce yine böyle karlı bir İstanbul kışında yaşadıklarımı anımsadım.

1986 kışı mıydı, yoksa 1987 mi? O yıl kar aniden bastırmış, valilik ve belediye hazırlıksız yakalanmış, İstanbul’da hayat ilk bir kaç gün tam anlamıyla felç olmuş, kar bir iki ay yerden kalkmamıştı. Ama ben havayı umursamıyordum. Durmadan masraf çıkaran Murat 131’imi satmış, Okyanus mavisi yeni bir Renault Station almıştım. Hiç bir arabamı onun kadar sevmemiştim. Plakası halâ aklımda: 34 F 5981. Önden çekişli olduğundan kar, buz vız geliyordu. Karda araba kullanmaya bayılıyordum. İşten çıkınca eve en uzun yoldan gidiyor, bazen bir saat, sadece araba kullanmanın keyfini yaşamak için amaçsızca dolaşıyordum. Nasıl olsa evde bekleyen biri yoktu. İki yıl kadar önce ayrılmış, bir yıl kadar önce de resmen boşanmıştım.

Bir iş için o sabah muhasebe servisine girdiğimde donup kalmıştım. Muhasebe servisinin şefi Burhan önüne bir muavin defter açmış, uzun siyah saçlı, esmer güzeli bir kıza bir şeyler anlatıyordu. O gün işe yeni başlayan bu kızın güzelliği karşısında çarpılan yalnız ben değildim. Muhasebe müdürünün odasına doğru yürürken diğer elemanlara baktım, bütün erkek elemanlar kimi aval aval, kimi yan gözle onu izliyor, hepsi çalışıyormuş gibi yapıyordu. Hanımlar da durumun farkındaydı ve erkeklerin bu haline gülüyorlardı.

Elimi çabuk tutmalıydım, şirkette bir sürü yamyam vardı. Onlardan birine kapılacak olursa bu kızcağıza yazık olurdu. Hemen sağlam bir strateji geliştirmem gerekiyordu. Bunun için de önce sağlam bir istihbarat yapmam gerekiyordu. Muhasebe müdürüne bu yeni elemanın kim olduğunu sordum. Adı Aysel’miş, yüksek okulu bitirmiş, beş yıllık iş tecrübesi varmış. O sırada telefonu çaldı ve galiba bir banka müdürü ile hararetli bir konuşmaya daldı. Fırsattan yararlanarak uzandım ve üzerinde “İş Başvuruları” yazan klasörünü aldım. Aysel’in doldurmuş olduğu başvuru formunu bulup inceledim. Benden on yaş küçüktü. Olsun. Annem de babamdan 15 yaş küçüktü. Medeni hali bölümüne “boşanmış” yazdığını gördüm. Buna çok sevindim. Join the club. O da ne? Adresini Beyaz Villa Sokak, Çiğdem Apartmanı No.42 Daire 19, Kartal olarak vermiş. Anadolu yakasına servis yoktu. Bu kızcağız nasıl gelip gidecekti? Kararımı hemen orada verdim. Stratejimi belirlemiştim. Muhasebe müdürünün telefon görüşmesi halâ devam ediyordu. “Sonra konuşuruz” deyip çıktım. Muhasebe şefiyle çalışan Aysel’e gidip “Merhaba. İşe bugün başladınız galiba. Başarılar dilerim. Ben Erdal. İhracattan sorumlu genel müdür yardımcısıyım” dedim. Hafifçe gülümseyerek “memnun oldum, Aysel Özpınar” dedi. “Ne güzel isminiz varmış” dedim. “Görüşürüz. İyi çalışmalar.”

Akşam mesai saati bitimine doğru girişte hazırdım ve çok iyi bir zamanlamayla ve tesadüfen aynı dakikada çıkmışız gibi yaparak Aysel’e yaklaştım ve “İyi akşamlar. Umarım eviniz yakınlardadır” dedim. “Ne yazık ki hayır, ta Kartal’da oturuyorum” dedi. “Ya, şu işe bakın, ben de Pendik’te oturuyorum. Sizi götürebilirim” dedim. O sırada yanımızdan geçen dokümantasyon servisinden Hüseyin “Erdal Bey siz Yeşilköy’de oturmuyor muydunuz?” diye münasebetsiz bir soru sordu. Kan beynime fışkırdı tabii. O sinirle “Haberin yok mu? Pendik’e taşınalı altı ay oluyor” demekten başka bir şey aklıma gelmedi. Aysel de Hüseyin de buna pek inanmış gibi gözükmediler ve sorgulayan gözlerle baktılar. Şişli’de çalışan birinin Yeşilköy’deki evini bırakıp Pendik’e taşınması onlara pek inandırıcı gelmemişti. “Bunun kirası daha ucuz” dedim. Hüseyin bir münasebetsizlik daha yaptı: “Yeşilköy’deki ev kendi eviniz değil miydi?” deyince çocuğa öyle ters baktım ki “iyi akşamlar” deyip oradan kayboldu. .

Böylece Aysel’le sabah akşam yolculuk ve sohbetlerimiz başladı. Mecidiyeköy - Kartal 25 kilometre, dönüşte Kartal - Yeşilköy 50 kilometreydi. Toplam 75 kilometre. Sabahları çok erken kalkmak gerekiyordu, köprü trafiği ters yönde akmasına rağmen Yeşilköy – Kartal arasını bir saatte ancak alabiliyordum. Arabanın bütün ayarları mükemmeldi. Kullanmak büyük bir keyif veriyordu. Pendik’ten geliyormuş gibi yapıp Kartal’dan Aysel’i alıp saat dokuzda Mecidiyeköy’de olmamız gerekiyordu. Her gün yapmaya başladığım 150 kilometre yolun sadece 50 kilometresi Aysel’le geçiyordu ama buna değerdi. Ümit Yaşar Oğuzcan’ın Ayten şiirindeki ruh hali nasılsa, ben de Aysel’i düşündüğümde aynı durumda oluyordum.

Aysel’le konuşup birbirimizi tanıdıkça arkadaşlığımız yavaş yavaş ilerledi. Aysel Keşan’da geniş arazileri olan bir çiftçi ailesinin kızıymış. Aslen Bulgaristanlıymışlar, Balkan savaşları sırasında Türkiye’ye göç etmişler, devlet onları Keşan’a yerleştirmiş. “Şu işe bak” dedim, “seninle hemşeri sayılırız, benim ailem de Rumelili. Üsküp’ün bir kasabasından gelmişler”. Aysel’e dedemden ve anne annemden dinlediğim memleket hikâyelerini anlattım. Büyük bir bağımız ve tütün ektiğimiz bir tarlamız varmış. Dedem aynı zamanda kasabanın nalbantıymış. Çalışkan ve dürüst insanlarmış. Boş zamanlarında atla civar köyleri dolaşıp seyyar nalbantlık yaparlarmış. Dedem sadece Türkler tarafından değil Bulgar, Sırp, Arnavut köylerinde de çok sevilen biriymiş. Kasabalarında bir de Yahudi mahallesi varmış. Bulgarların Büyük Bulgaristan emeline kapılmalarına kadar herkes huzur içinde yaşamış. Babamın babası Üsküp’deki mevlevihaneye, annemin babası ise Bektaşi tekkesine gidermiş. Son derece hoşgörülü, bilge kişilerdi. Eğitim kalitesi daha iyi olduğu için dedem babamı Sırp ilkokuluna göndermiş.

Aysel de kendi ailesinin büyüklerinden dinlediği anılarını anlattı. Sonra “Safiye Erol” diye bir yazar duydunuz mu?” diye sordu. Balkan göçmeni Keşan’lı bir ailenin kızıymış. Sanırım 1907 doğumluymuş. Almanya’ya okumaya gönderilmiş ve orada mimarlık eğitimi almış olan ve pek tanınmayan, muhafazakâr ama gerçek bir entellektüelmiş. 1930’lu yıllarda birkaç eser vermiş. Bunlardan “Ciğerdelen” isimli olanı Osmanlı döneminde Rumeli’de geçen tarihi bir romanmış ve ilginç bir aşk öyküsü anlatılıyormuş. Okumak istersem verebileceğini söyledi. Arabada bekledim, evine çıkıp kitabı getirdi.

Kitabı getirmesini beklerken içimi bir korku kapladı.. Nerden çıkmıştı şimdi bu kitap işi. Güzel olması, hatta sadece gözlerinin güzelliği benim için yeterliydi, fazla kültürlü, benden daha akıllı bir kadın istemiyordum ki ben. Bir kadınla entellektüel tartışmalara girmek aşkı öldürebilirdi. Tehlikeli sulara giriyor, farklı bir boyuta geçiyorduk galiba.

Safiye Erol’un Ciğerdelen kitabını getirdi. Teşekkür edip aldım. Eve gelir gelmez okumaya başladım. Ağır bir kitaptı, dili biraz eskiydi, 1930’larda yaşayan Rumeli kökenli biri erkek diğeri kadın iki kahraman tartışıyor, Batı ve Doğu kültürlerinin dünyayı ve evreni kavrayışları konusunda ilginç felsefi tartışmalara giriyor, iki kültürü karşılaştırıyorlar ve doğu kültürünün üstünlüğüne kesinlikle inanıyorlardı. Kitaptaki kadın kahraman ailesinin tarihini yazdığından roman içinde ayrı bir öykü anlatılıyordu ve bu aşk öyküsünün kadın kahramanı inanılır gibi değildi. Bana anneannemi hatırlatmış, onun dedeme duyduğu sevgi ve bağlılıği daha iyi anlamıştım. İlk kez düşüncelerini hiç benimsemediğim bir yazarın kitabını zorluğuna rağmen ilgiyle okumuş ve romanı beğenmiştim. .

Aysel’e her geçen gün biraz daha tutuluyordum. Her şey ancak bu kadar mükemmel olabilirdi. Mutluluktan uçuyor, Aysel’i elimden kaçırmamak gerektiğini düşünüyordum ve ona evlenme teklif etmeyi bile düşünmeye başlamıştım.

Bir süre sonra başarısızlıkla sonuçlanan evliliklerimizi konuşmaya başladık. Aysel üniversitede sınıf arkadaşı olan Rıdvan adında birini sevmiş. Rıdvan doğulu bir gençmiş. Kürt asıllı bir alevi idi demişti. Malatyalı mı yoksa Tuncelili mi demişti, şimdi anımsamıyorum. Yakışıklı, uzun boylu olduğunu söyledi. Defter, kitap taşımazmış. Aysel’in yardımıyla, kopya çekerek veya hocalara yalvararak not koparmak suretiyle güç bela okulu bitirmiş. Ailelerine evleneceklerini haber vermek için önce Keşan’a gitmişler. Aysel’in babası Rıdvan’ın bir Kürt, bir alevi ve üstelik çulsuzun biri olduğunu söyleyerek kendisini bütün Keşan’a rezil etmesine izin vermeyeceğini, eğer evlenmeye kalkacak olursa evlatlıktan reddedeceğini söylemiş. Aysel çok ağlamış. Annesi çok ağlamış. Babası da akşamları içtiği rakı miktarını kederinden iki katına çıkarmış.

Aysel kararlıymış. Hemen Keşan’dan ayrılmışlar ve Rıdvan’ın annesinin yaşadığı köye gitmişler. Rıdvan’ın babası beş yıl önce ölmüş. Üçü kız, dokuz çocuk doğurmuş olan annesi hiç Türkçe bilmiyormuş. Aysel kayınvalidesi ile iletişim kurabilmek için bir kaç kelime Kürtçe öğrenmiş. Süt sağmayı, ekmek pişirmeyi öğrenmiş. Çeşmeden kovayla su taşımış. Bahçede çapa sallamış. Aysel Rıdvan’ın kız kardeşleriyle birlikte ırgat gibi çalışırken Rıdvan Kuyucaklı Yusuf’u anımsatan bir şekilde, bir gölge bulur, sırtını ağacın gölgesine dayar, bir dal alır ve kibrit kadar kalıncaya kadar saatlerce çakısıyla yontar, kimseyle konuşmadan vakit öldürürmüş. Aysel köyde ve evde erkek çocukların hiç bir iş yapmadıklarını, her şeyi kızların yaptığını fark etmiş. Rıdvan’ın 13 yaşındaki en küçük erkek kardeşi bir gün Aysel’e “bana bir bardak su ver” deyince Aysel dayanamayıp “kıçını kaldır da kendin al!” deyince Rıdvan’ın ailesindeki herkes hayret içinde ve kınayan gözlerle Aysel’e bakmış. Rıdvan’ın kız kardeşlerinden biri hemen kalkıp Aysel’in yerine küçük kardeşine su vermiş. Aysel erkeklerin bu tutumunun kabul edilemez olduğunu, değişmesi gerektiğini Rıdvan’a söylemiş ama Rıdvan oralı olmamış, bunun yüzyıllardır böyle gelip böyle gittiğini, üretim ilişkileri değişmeden hiç bir şeyin değişemeyeceğini söylemiş. İlk kavgalarını etmişler.

Aysel bu köy hayatından çabuk sıkılmış. Şehre dönmüşler. Aysel bir arkadaşının yardımıyla bir muhasebe bürosunda bir iş bulmuş. Rıdvan ise uzun süre iş bulamamış, büyük olasılıkla iş beğenmemiş, evi aylarca Aysel geçindirmiş. Rıdvan’ın sorumluluk duygusunda da biraz eksiklik varmış. “Evde oturup gazete kitap filan okusa neyse” demişti, sabah çıkarken onu kırmamak için “Rıdvan lütfen akşam bir ekmek alır mısın” diye biraz para bırakırmış ama herif kahveye gider, akşama kadar oyun oynar, gelirken ekmek almayı da unuturmuş. Sorumsuzluğun bu kadarı da olmazmış. Bu yetmiyormuş gibi bir keresinde tartışırlarken hiddete kapılarak Aysel’e vurmuş da. “Bana vurduğuna inanamadım. Hata ettiğimin farkına çok geç vardım” demişti. Boşanmakla çok iyi ettiğini söyledi. Rıdvan çok özür dilemiş ama Aysel affetmemiş.

Aysel’le arkadaşlığımız giderek ilerlemişti. Artık onu evine bırakmadan önce birlikte yemek yiyorduk. Karlı bir gecede, böyle bir yemekte kendisine neden yalan söylediğimi sordu.

-Ne yalanı?
-Sen Pendikte değil Yeşilköy’de oturuyorsun. Kaç haftadır beni almak için her sabah Yeşilköy’den Kartal’a geliyorsun. Akşam da beni bıraktıktan sonra Yeşilköy’e dönüyorsun.

-Peki. Nerden anladın?

-Nerden olacak, kilometre saatinden tabii.

“Bak Aysel” dedim. “Bu bir şey değil. ODTÜ’de bir sınıf arkadaşım vardı. Gümüşhaneli bir çocuktu. Veysel. Bebekteki Robert Kolej ve Arnavutköy’deki Amerikan Kız Koleji o yıllarda daha birleştirilmemişti. Yılda bir kaç kez öğretmenlerin gözetiminde danslı partiler düzenlenirdi. Bülent Ecevitle Rahşan Hanımın da yüz yıl kadar önce tanıştığı danslı partilerden. Veysel de Bülent Ecevit gibi bir Rahşan’a tutulmuş. 1969’da ODTÜ’de birinci sınıfta okurken Veysel’in kız arkadaşı lise son sınıftaydı. Veysel bir yıl boyunca kar kış demedi, Bolu dağında yol kapanabilirmiş, mahsur kalabilirmişiz demedi. Her hafta Cuma günü öğle saatlerinde otobüse atlar, İstanbul’a gider, kız arkadaşını alır, gece otobüsüyle Ankara’ya döner ve Veysel’in Aşağı Ayrancı’daki evinde kalırlardı. Pazar günü yine öğle saatlerinde birlikte İstanbul’a dönerler, Veysel kız arkadaşını Arnavutköy’e okuluna bırakır ve gece otobüsüyle Ankara’ya dönerdi. O yıllarda 20 milyona gidiliyordu. Veysel bir yıl süreyle bunu bir hafta bile aksatmadı. Bazen ona takılırdık, tatlı tatlı gülümserdi. Gülümsemesinden sevgi akardı. Ertesi yıl kız arkadaşı da ODTÜ’ye geldi. İkinci sınıfta evlendiler. “Divanelerin hemdemi divane gerektir” demişler. Divane olmayan anlayamaz.

Düşündü. “Haydi. Hesabı öde. Senin evine gidelim” dedi.

Aysel’le mutluyduk sanıyorum. Benim için masal gibiydi. Anneannemin Rumeli yemeklerini yapardı. “Eline sağlık, ne güzel yapmışsın” derdim. “Ne iyisin. Her yaptığım yemeği beğeniyor, teşekkür ediyorsun. Rıdvan’dan ne bir iltifat, ne bir teşekkür sözü duydum” derdi. Eve gelirken durur, gül, karanfil, glayöl veya mimoza alırdım. “Ne iyisin, Rıdvan bir kere bile bana çiçek almadı” derdi. “Aysel’ciğim tuzluğu uzatır mısın?” derdim, “Ne iyisin, uygar biri gibi istiyorsun. Rıdvan hep emir kipiyle konuşur” derdi. Ben de “Yeter, unut şu Rıdvan’ı artık” derdim.

Bir gün kapı çaldı. Gidip açtım. Kapıda genç bir adam duruyordu. “Aysel burada mı?” diye sordu. “Siz kimsiniz?” diye sordum. “Rıdvan” dedi. Aysel merak edip arkamdan gelmişti. Rıdvan’ı görünce elindeki tabağı düşürdü. Rıdvan sanki ben orada yokmuşum gibi “Seni almaya geldim Aysel” dedi. “İş buldum. Çalışıyorum. Ankara’da. Lütfen bana dön.”

Aysel tereddütsüz, yüzüme bakmaktan çekinerek, hiç bir şey söylemeden kabanını giydi, çantasını aldı, çıkıp gitti. Gitme demedim. Kapıyı yavaşça kapadım.

Bir kadeh aldım, içine iki parça buz atıp bir parmak viski koydum. İlk kez terkedilmiyordum. Kadınları kim anlayabilmiş ki ben anlayayım. Viskimi bitirdim, anahtarlarımı aldım, çıkıp Renault Station’ıma atladım. Kontağı çevirdim. Soğuğa rağmen ilk basışımda çalıştı. Bir dakika kadar motorun ısınmasını bekledim. Vantilatör kayışının dönüşünü, motor yağının yavaşça ısınmasını, benzinin depodan çıkıp hortumlardan geçerek benzin filtresine, oradan da karbüratöre gelişini, hava benzin karışımının püskürüşünü, bujilerden çıkan kıvılcımları, pistonların hareketini gözümde canlandırdım. Saat gibi çalışıyordu. Hareket ettim. Çarşıdan geçerken Rıdvan’la Aysel soğukta birbirlerine sarılmış, durakta halâ otobüs beklediklerini gördüm. Başımı çevirmeden önlerinden geçtim. İçimden mutlu olmalarını diledim. Yol boştu, bastırdım, Kumburgaz’a kadar gidip geldim. Daha iyi bir terapi olamazdı.

ERDAL YÜZAK